22 Haziran 2010 Salı

FARELER VE İNSANLAR


Zeki, kendine güvenen bir adam olan George Milton ile iri yarı, uzun boylu, çok güçlü;ama kendi başına hareket edemeyen, sevdiği şeyler dokunma hastalığı olan, akli dengesi bozuk Lennie Small, Amerika’da çiftlikten çiftliğe dolaşarak iş arayan göçmen toprak işçilerinden ikisidir. Şimdiye kadar gittikleri bütün çiftliklerde Lennie yüzünden kovulmuşlardır. Son olarak bir tanıdığın yardımıyla bir çiftlikte iş bulurlar.George ve Lennie’nin hayalleri vardır.Para biriktirecekler ve biriktirdikleri para ile bir çiftlik satın alacaklar, bu çiftlikte çeşitli hayvan besleyecekler ve tarımla uğraşacaklardır. Lennie’in tüylü şeylere dokunmayı çok sevmesi yüzünden önce bir fare, sonra bir köpek, sonra da Curley’in karısını yanlışlıkla öldürmesi ile kahramanlarımızın hayalleri suya düşer. Sonrasında ise diğer işçiler gibi yalnızlık ve acı dolu bir hayat sürmeye mahkum olduğunu anlayan George, arkadaşının intikam peşindeki Curley tarafından vahşice öldürülmesini istemez. Lennie'yi onlardan önce bulur, hayallerindeki çiftliği anlatarak sakinleştirir ve kafasının arkasına dayadığı silahı ateşleyerek öldürür.
Ünlü yazar John Steinbeck, Fareler ve İnsanlar adlı bu eseri ile 1962 yılında Nobel Edebiyat Ödülü kazanmıştır. Steinbeck bu romanında insan olmanın doğasını ve bireyin evrende kendini konumlandırma çabasını açıklamaya çalışır. Steinbeck bu yolla, birçok temaya değinir: hayaller, yalnızlık, zenginliğin zulmü getirmesi, güçsüzlük ve geleceğe güvenle bakamama ya da kadercilik. Ele aldığı konuları kendine özgü, yalın ve alçakgönüllü bir dille aktaran ve sürükleyici birçok romana imza atan yazarımızın bu kitabı, ötenaziyi desteklediği iddiası, küfürler ve ırkçı ifadeler içermesi ve genel olarak karakterler tarafından bayağı ve saldırgan bir dilin kullanılmasından dolayı ABD'de bir dönem birçok halk kütüphanesinde yasaklandı ve okulların müfredatından çıkarıldı.Aynı zamanda Fareler ve İnsanlar, ABD’de 21. yüzyılın en fazla sorgulanan kitapları arasında yer almış olup çok fazla sansüre uğramıştır.Bu yasakların, sansürlerin ve kısıtlamaların bir çoğu daha sonra kaldırıldı. Eser halen ABD, Avustralya, İngiltere, Yeni Zelanda ve Kanada'daki ortaöğretim okullarında, okunması zorunlu kitaplardan biridir…
Kesinlikle herkesin okuması gereken bir kitap…

ISSIZ VE SESSİZ AĞLAR YÜREK


Edebiyat dünyasında adını yeni duyduğum yazarımız Buket Güçbey’in yeni kitabı gerek kitap satış sitelerinde gerek kitapçılarda yerini almaya başladığı an dikkatimi çekmişti. Oldukça güzel yapılan kapak tasarımı kitabın içeriğini ve yazarın dilini merak etmemi sağladı.
Bizler için küçücük, değersiz ve günümüzde kullanılmayan bir oyuncak olan rengarenk bir topaç ile yazarımız eserini kurgulamaya başlamış. Rengarenk bir topacı, mahallelerine yeni taşınan Buğra’ya hediye eden Nazen’in yaşadıklarını okurken kendinizden bir şeyler bulacaksınız. Buğra ile Nazen yıllar sonra bir tesadüf sonucu karşılaşacak ve topaç bu ikiliyi yakınlaştıracak.Buğra edebiyat fakültesini okumuş bir genç olup sevgilisine aşk dolu güzel sözler söylemenin yanı sıra Türk Edebiyatının büyük şairlerinden Nedim’den de güzel dizeler okuyarak sevgisini göstermeye çalışacak Yazarımız divan edebiyatından birkaç dize ile süslediği eserinde aynı zamanda pek alışık olmadığımız iç seslere de yer vermiştir.Ara ara eklenen bu iç sesleri okurken kendi kendimizle konuşuyor gibi olsak da yazarımız bu iç seslerde biraz da kendi ustalığını göstermek istemiş.bence Buket Güçbey, bize ait duyguları benzetmelerle, hayallerle ve öylesine güzel bir dille ifade etmiş ki bir nevi bize ait duyguları süsleyerek tekrar bize sunmuş.Güzel bir aşkın yanı sıra farklı duygulara bürünmemizi sağlayan bu kitapta sadakat, dostluk, aile bağları, zamanın önemi, ve en önemlisi de vatan sevgisi gibi temalar akıcı bir şekilde anlatıldığını, görmekteyiz.
Yeni bir yazarı tanımak isterken farklı tarzda yazılmış bir kitap okuyup büyük zevk almak isteyenlere tavsiye edeceğim sürükleyici bir kitap.

11 Haziran 2010 Cuma

ELİF ŞAFAK - SİYAH SÜT


Elif Şafak Türkiye’nin en çok okunan kadın yazarından biridir. Sadece yurt içinde değil, yurt dışında da büyük ilgi gören yazarımız 2006 yılından önce de birden fazla kitap yazmasına rağmen 2006 yılında yazdığı Baba ve Piç kitabıyla uluslararası anlamda kendini tanıtmıştır. ‘Baba ve Piç’ isimli romanındaki karakterlerinden birini 1915 olayları hakkında konuşturmasından dolayı hakkında açılan ‘Türklüğe hakaret’ davasıyla Türkiye onu tanımaya başladı. Dava düştü; ama edebiyattaki yıldızı giderek parladı. Şafak ‘ın yirmiden fazla dile çevrilen kitapları genellikle yazıldığı dönemin en çok satılanları arasında yer almıştır. Yazarımız aynı zamanda çeşitli gazetelerde köşe yazarlığı yapmış olmakla birlikte yazdığı makaleleri yabancı dergi ve gazetelerde de yayınlanmıştır.
Elif Şafak ‘ın ilk otobiyografik romanı olan Siyah Süt, yazarın kızının doğumundan sonra girdiği post-natal (doğum sonrası) depresyonu anlatıyor. Bir tarafta müthiş kutsallaştırılmış bir annelik anlayışı, öbür tarafta kadın dergilerinin ve medyanın pompaladığı süper dişi, süper yazar imajı , bir de kariyerde yaparım çocukta yaparım diyen ikinci bir söylem arasında sıkışıp kalan loğusa bir kadın ele alınmış. Doğum sonrası bir çok annenin başına gelen yalnızlık ve çaresizlik hislerini, post-natal depresyon tanımı altında ele alıyor ve çok üretken bir yazarın yazma ve yazamama ikilemine ışık tutuyor. Yeni anne olan bir kadın yazarın, annelik-yaratıcılık ve kendi yazarlık serüveniyle olan iç hesaplaşmasını konu alan roman, diğer Elif Şafak romanlarından farklı olarak yazarın iç seslerine dair ipuçları da veriyor. Bu kitabı okuyanların hayal kırıklığına uğrama sebebi de aslında bu iç seslere çok fazla yer verilmesidir. Yazarımız içinde bulunduğu sıkıntılı dönemi anlatırken okuyucuyu da sıkıntıya sokmuştur. Zaten bu kitabı en iyi anlayacak kişilerinde doğum sonrası depresyon yaşayan kadınlar olduğunu ifade edip okunduktan sonra unutulması gereken bir kitap olarak tanımlıyor.

9 Haziran 2010 Çarşamba

KAVİM VE AHMET ÜMİT

Anadolu toprağında Müslüman , Hıristiyan, Ermeni, Kürt, Süryani gibi farklı din ve kültürden insanların yıllarca iç içe yaşadığını, Mezopotamya’nın bir zamanlar dünyanın ticaret merkezi olduğunu ve Anadolu‘nun Antik Yunan’a, Sümerler’e ve çeşitli Anadolu uygarlıklarına kadar dayanan köklü bir geçmişe sahip olduğunu düşünmemizi sağlayan ender kitaplardan biridir Kavim.
Ahmet Ümit, Kavim kitabını kaleme alacağında, kafasında oluşturduğu konu ile ilgili derin araştırmalar yapıp üzerinde uzunca düşündükten sonra olayları çok güzel kurgulamıştır. Kitabın sonunda verdiği kaynak listesi de bu düşüncemizi doğrular niteliktedir. Geçmişle günümüzün iç içe geçtiği bir kitap olmakla birlikte yaşadığımız toprakların kültür bakımından bir hazineye sahip olduğunu ve bu eşsiz hazineyi değerlendiremediğimizi vurgulayan oldukça sürükleyici bir eserdir. Kitapta ilginç cinayetler birbirini izliyor ve her karakter kendi akıl oyununu diğerine kabul ettirmeye çalışıyor. Romanın başından sonuna kadar devam eden gerilim, kovalamaca, kaçış ve zekice işlenen bir dizi cinayet ve merak edilen son…
Kabzasında haç işareti bulunan bıçakla öldürülmüş bir adam ve ölen adamın kanıyla sadece bir satırı çizilmiş Kutsal Kitap açık bırakılmış ve üstelik kitabın kenarına bir azizin adı yazılmış. Olayı çözmekle görevli polislerin Hıristiyanlık, Süryanilik,Arap Aleviliği gibi dini konularda araştırmalar yapıp İstanbul’dan Mardin’e uzanan cinayetleri çözmeleri gerekir. Çok heyecanlı, gerilimli bir polisiye ile karşı karşıyayız. Bu kitabın bize Türkiye ‘nin yakın geçmişi ve bugününe dair bir şeyler anlatmak, bizleri düşündürmek istediği de kesin. Kavim, sade ,anlaşılır bir dille yazılmış olup oldukça etkileyici, bilgi dolu, sürükleyici bir kitap.

Günümüzde polisiye romanlarıyla tanınan Ahmet Ümit, sadece roman değil bazı gazete ve kültür - sanat dergilerinde yayınlanan şiir, hikaye ve yazıları da oldukça başarılıdır. Bazı öykü ve romanları sinema ve dizilere uyarlanmış olup reklamı pek yapılmayan değerli sanatçılarımızdan biridir.

YURDUMU ÖZLEDİM- GÜLTEN DAYIOĞLU

Gülten Dayıoğlu, günümüz Türk edebiyatının başarılı yazarlarından biridir. Özellikle çocuklara yönelik öykü ve romanlarıyla tanınan yazarımız gerek kullandığı sade dil, gerekse akıcı bir üsluptan dolayı ilköğretim öğrencileri tarafından beğeniyle okunmaktadır. Yazarımız, ağır tarihsel ve sosyal olaylara değindiği kitaplarında bile kullandığı dil sayesinde yediden yetmişe herkesin zevkle okuyup bir şeyler öğrenebileceği kitaplar yazmıştır. Özellikle, ilköğretimdeki çocuklarımıza okuma sevgisini aşılaması bakımından önemli bir kaynak olduğunu düşünüyorum.Yurdumu Özledim, isimli kitabı da bunlar arasındadır.
Yurdumu Özledim, dış göç sorununu çarpıcı ve canlı örneklerle gözler önüne sermektedir.Yazar bu kitabında Almanya’ya giden ve orada yaşamak zorunda olan bir ailenin sıkıntılarını bir çocuğun yaşamından yansıtmaktadır. Ülkesinde çok mutlu olup herkes tarafından sevilen, başarılı bir çocuğun, gittiği ülkenin dilini bilmediği için çevreye, okula, yaşıtlarına ve o ülkenin yaşam koşullarına ayak uyduramadığı için dışlanmış, küçümsenen mutsuz halini çok etkileyici bir biçimde bizlere gösterirken vatan, millet ve dil sevgisinin önemini yazarımız güzel bir şekilde vurgular. Yurdumu Özledim romanında dış göç sorununun çocuk boyutuna dikkatleri çeken yazarımız iki kültür arasına sıkışan ve her geçen gün yurdunu daha çok özleyen bir çocuğun psikolojisini bizlere aktarmıştır.
dikkatleri çeker.
Yazarımızın dili kullanmaktaki ustalığı her satırda kendini belli etmektedir. Çocuklarımıza vatan, millet sevgisini verip dilin önemini kavratmak için okunması gereken kitaplardan biridir diyorum. Dili, üslubu, konusu ve okurken yaşanılan duyu seliyle özellikle çocuklarımızın okuması gereken harika bir kitap…

İNCİ JOHN STEİNBECK


John Steinbeck’in üç kitabını okuduğumda üçünün de hep acı sonla bitmesi ilgimi çekmişti. Steinbeck’in hayatına bir göz attığımızda yoksul bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş. Öğrenimini sürdürebilmek için devamlı çeşitli işlerde (duvarcılık, boyacılık, kapıcılık, eczacılık) çalışmış; buna rağmen öğrenimini tamamlayamamıştır. Öğrencilik yıllarında yazmaya başlamış. Eserlerinde işçileri, yaşam koşullarını ve ilişkilerini işlemiş.
Son okuduğum İnci adlı kitabında da yine aynı acı son vardı. Kitabın kısa bir özetini yapacak olursam: Fakir bir ailenin sıkıntılı bir gününde gerek rahatlamak gerekse ekmek parası bulmak için kahramanların denize açılması ile başlar. O gün denizden güzel ve büyük bir inci bulurlar. İncinin bulunması ile kötü giden hayatlarının değişeceğini ve güzel günlerin başlayacağını düşünürler. Fakat inci ile birlikte sıkıntılarının daha da artığının farkına varmazlar. Ekmek kavgası yerine hayatta kalma mücadelesi başlamıştır, onlar için. Hikayenin sonunda biricik evlatlarını inci uğruna kaybeden roman kahramanlarımız, kötülüklerden korunmak için inciyi tekrar denize atarlar. Böylece hikayenin başında inci ile umutlanan ailenin hayalleri de suya düşmüştür.
Hikayeyi okurken acıdığımız o insanların mutlu olmayı hak ettiklerini düşünür, ister istemez o kahramanların yerine kendimizi koyarız. İncinin bulunmasıyla başlayan paranın, insanı değiştirip değiştiremeyeceği, kişiliğin bozulup bozulamayacağını düşünmeye başlarsınız ve ben olsaydım ne yapardım diye hayal kurmaktan kendinizi alıkoyamazsınız. Tam böyle bir hayalin içindeyken hikayenin sonu gelir ve kendinizle ilgili kurduğunuz hayaller biter.

BEYAZ ZAMBAKLAR ÜLKESİNDE (GRİGORİY PETROV)

Bataklıklar ve taşlardan oluşan bir ülkenin beyaz zambaklar ülkesine nasıl dönüştüğünü anlatan bir kitap… Kitabın kapak kısmında kırmızı bir şerit içinde ‘Atatürk’ün Askeri Okullar Müfredatına Konulmasını Emrettiği Kitap’ yazısı dikkatimi çektiği için okumuştum. Ayrıca bu kitap Atatürk zamanında ilk defa Türkçeye çevrilmiş ve askeri okullara zorunlu tutulmuş. Bu kitabı bu denli önemli kılan neydi? Bu merakımı gidermek için hemen okumaya başladım. Büyük bir merakla başladığım bu kitabı bitirince içimde büyük bir umut oluştu.
Kitabın başında üç milyon nüfusa sahip Finlandiyalıların, İsveçliler tarafından kendilerine bırakılan bataklıkları ve taşları nasıl verimli arazilere dönüştürdüklerini anlatıyor. Bu bataklıkların kurutulması çok ilginçti. Sokak ortalarında kaya parçaları varmış. Finliler bu koca taş yığınlarını alıp bahçelere, parklara dönüştürüp bunların üzerine verimli topraklar döküp burada ağaçlar, çiçekler yetiştirmiş. Bir avuç Finli aydın öncelikle öğretmenleri, din adamlarını ve avukatları aydınlatıp sonra halkı birlik haline getirmek için seferberlik başlatmış. Halk, yoksulluğa ve elverişsiz doğa koşullarına rağmen tüm meslekten insanlarla bir dayanışma sağlayıp tüm insanlığa örnek bir ülke ortaya çıkarmışlar. Finlandiyalılar ülkelerinin geri kalmışlığı ile mücadeleyi kazanmış; fakat bu durum diğer gelişmiş ülkelerin hoşuna gitmemiş. Güzel bir plan kurmuş ve Finli gençleri ‘İngiliz Usulü’ hayata alıştırmışlar. Gençler sapkın yaşam tarzı, sigara, alkol ve özellikle de futbola alıştırılmış. Birçok genç bu şekilde sömürülmüş. Özellikle futbol yüzünden işgücü iyi olan gençler gerek izleyici gerek oyuncu olarak futbolla uğraşmış. Bu durum ülkeyi hem ekonomik hem de ahlaksal olarak bir çöküşe uğratmış. Aydın kesim bu defa gençleri bu durumdan kurtarma mücadelesine girişmiş ve bunu da başarmış… Üç milyonluk bir ülkenin cahillik ve yoksulluğa karşı verdiği müthiş mücadele, benim ülkemin de cahillikten ve yoksulluktan kurtulabileceğine dair umutlar oluşturdu içimde…

KATRE-İ MATEM...

Acı ve tatlı yönleriyle Lale Devri'ni anlatıyor.
Katre-i Matem ender bulunan, çok değerli mor bir lalenin adı. Kara Şahin'in aşkından geriye kalan tek şahit. Roman müzayededen alınan bir el yazması kitabın hikayesi olduğunu öğreniyoruz ilk baştan. Daha sonra cinayet, aşk, sadakat, eğlence, acı gibi zıtlıklar karşımıza çıkıyor.
Lalenin bir yaşam biçimi olması, laleler üzerine kurulan bir yaşam, lale yarışmaları, lale şiirleri, lale için işlenen cinayet ve yapılan hırsızlıklar...
Bu kitabı ne ile niteleyeceğimi bilemiyorum doğrusu? Kara Şahin'in aşkı çıkııyor ilk baştan aşk kitabı desem, Nakşigül'ün öldürülmesini ele alıp cinayet veya macera desem, Lale Devri'ni ele alıp tarihi desem yetersiz kalır... Meraklıların keyifle okuyacağı bir kitap desem daha iyi olur sanırım.Fakat herkesin bir solukta okuyacağını söyleyemem; çünkü Arapça ve Farsça sözcüklere yer verilmesi ,kitap 66 sorudan oluşması ve çok karışık olayların olması kitabı bir solukta okumamıza engel oluyor.
Sevgilisini kavuştukları ilk gecede kaybeden Kara Şahin'in, sevgilisinin katilini bulmak için yollara düşmesi, onu ararken karşılaştığı olaylar, çektiği işkenceler Lale Devri'nin bilinmeyen yönünü gözler önüne seriyor. Cinayetlerin gölgesinde gizemli bir hal alan olaylar Lale Devrine son veren Patrona Halil ve arkadaşlarının önderliğinde başlayan ve tüm İstanbul' u ve Osmanlı saltanatını etkileyen bir isyanın başlamasıyla birlikte çözülmeye başlıyor.
Meraklılara tek tavsiyem sakin bir kafa ve sakin bir ortamda okuyun büyük bir zevk alacaksınız...

İSKENDER PALA, İKİ DARBE ARASINDA

İskender Pala, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesini bitirdikten sonra askeri okullarda öğretmenliğe başlamış ve 28 Şubat YAŞ kararıyla on beş yıllık askerlik hayatına son verilmiştir. Oldukça sıkıntılı bekleyişin ardından bir üniversitede öğretmenlik mesleğine devam etmektedir. İskender Pala, askeriyede görevliyken askeri müzelerde bulunan bazı el yazması kitapları gün yüzüne çıkarıp bizlere tarihimiz hakkında bilgiler veren değerli bir yazar ve edebiyat araştırmacımızdır.
Bizler İskender Pala’ yı bu zamana kadar sadece yazar kimliği ile tanıdık fakat bu defa bilinmeyen bir özelliği olan asker kimliği ile karşımıza çıkıyor.
İskender Pala, İki Darbe Arasında adlı son kitabında dindar bir subay olarak meslek yaşamı boyunca çeşitli haksızlıklara uğradığını gerek kendisi gerek ailesinin çektiği sıkıntıları, yüreğinde çaresizliğinin sesi çığlık çığlığa bağırırken görevine devam etmek zoruna olmasını, 28 Şubat YAŞ kararlarıyla askeriyeden atılma süreci ve sonucunda gerek geçim sıkıntısını gerek ruhsal çöküntüsünü çok güzel bir dille anlatılmış. Yazarımız bir Türk profesörü olunca dili de bu kadar mükemmel olur diyorum. Deyimlere oldukça sık yer vererek Türkçemizin zenginliğini ve kendi ustalığını gözler önüne sermiştir. Yazarımız bu kitabı tarihe bir belge bırakmak için kaleme aldığını söylemiş olsa da bence bu kitap insanlarımızı özellikle dini kullanarak ordudan soğutmak, askeriyeye duyulan sevgi ve saygıyı azaltmak hatta bitirmek için yazılmış. Kitabın dili ve üslubu gerçekten mükemmel; fakat kitabı okuyacak insanlarımızın askeriyeye karşı olumsuz düşünce ve duygular besleyecek olması bakımından beğenmedim. Değerli bir ilim adamımız olan İskender Pala’nın askeriye hakkında bu kadar zehir zemberek yazı yazması beni üzdü. Askeri lokalde başörtü tahammülsüzlüğü anlatırkenki üslubu, orduda bilime yeterince önem verilmediğini uzun uzadıya yazması, edebiyat doktorası yapmış birini doktor zannedilip deniz hastanesine görevlendirildi diye alaycı bir üslup kullanması, askeriyenin eski el yazması kitapları ve MEB kitaplarını yakması, askeriyenin cahil insanlardan oluşuyormuş gibi göstermeye çalışması, kendisinden önce Kürt’lerin, Alevi’lerin ve Çingene’lerin orduya alınmadığını bu etnik ayrımcılığa kendisinden sonra inançlı, namaz kılan insanların da dahil edildiğine söylerken orduda etnik ve dinsel ayrımcılık yapıldığını ifade ederken kendisinin haksızlığa uğradığını düşünüyor. Oysaki bu kitap öncelikle askeriyeye sonra bizlere yapılmış bir haksızlıktır.

BİR GÜN VE AYŞE KULİN

Çok okunan yazarlar arasında yer alan Ayşe Kulin, hem iş yaşamında hem de aile yaşamındaki başarısından dolayı modern Türk kadını imajının tipik bir temsilcisidir. Zamanının büyük bir bölümünü, yazacağı romanlar ve yaratacağı karakterlere ilişkin kaynaklar derlemekte ve onları okumakla geçirmektedir. Köprü ve Türkan adlı eserleriyle biyografik roman yazmadaki ustalığını gözler önüne sererken yoğun araştırma ve çalışmalarının karşılığını da satış rekorları kırarak almaktadır.
Bir Gün, adlı kitabını da biyografik roman tarzında yazmayı düşünmüş yazarımız; fakat romanında ana karakter olarak düşündüğü Leyla Zana’ya biyografisini yazma teklifinde bulunur. Leyla Zana'dan olumlu yanıt alamayınca "ondan esinlenerek" Zeliha'yı yarattığını yazarımız kendisi belirtmiştir. Romanın kadın kahramanları Zeliha ve Nevra' nın, Leyla Zana ve Ayşe Kulin olduğu açıktır. Romanın Nevra'nın hapisteki Kürt kadın politikacı Zeliha ile yaptığı röportaj üzerine inşa edilmiş olması da kahramanların kimliğini açıkça ortaya koyuyor. Bir Gün, adı gibi bir günde okunup bitecek; ama etkisi hafızalarımızda uzun süre devam edecek bir kitap. Cahillik, töre, kavga ve doğudaki kadınlarımızın dramı ve Türk- Kürt çatışmasının farklı bir pencereden anlatıldığı bir kitap. Siz biz kavgası, önyargılar, bu güzelim ülkede kardeşçe yaşayamamanın sebepleri iki kadın kahramanın birkaç saatlik görüşmesi arasına sıkıştırılmış. Tüm bu özellikleri ilk bakışta romanı ilgi çekici kılıyor. Türkiye’de Kürt sorunu yıllardır, sadece şiddetin diliyle konuşulmuştur. Bu sorunun Türk ve Kürt kadınlarınca konuşulmaya başlanması düşüncesi, gerçekten de barış adına yaratıcı ve heyecan verici bir düşüncedir. İki kadının, milliyetçiliğin ve militarizmin gölgesini düşürmeden, farklılıklarına rağmen eşit bir düzlemde buluşarak kurdukları diyalog da oldukça güzel. İki karakter romanın başından itibaren Türk-Kürt, siz –biz kavgası veriyor; ama romanın sonunda her şey bir anda çözülüyor. Sonuç olarak Doğu’daki insanlar, özellikle kızlar eğitilirse sorunların biteceği söyleniyor. Fakat böyle bir romanın ezberlerimizi bozması, önyargılarımızı sarsması, barışa dair yeni şeyler söylemesi beklenirdi. Ne yazık ki bu beklenti gerçekleşmiyor.Yoksulluğun eğitimle aşılacağı savına benzer şekilde, bu romanda tüm sorunların Kürt kadınların eğitilerek çözüleceği savunuyor. Yazar "Leyla Zana keşke kadınları eğitse" temennisi ile ulaştığı çözümün altını bir kez daha çiziyor. Tüm bunları göz önüne aldığımda romanın bitişi beni hayal kırıklığına uğrattı. Mutlaka eğitim gerekir, özellikle kızların eğitimi; ama bu meselenin başka çözümleri de olabilirdi. Romanın sonunda cahilliğe karşı savaş açma düşüncesi hakim. Bu mesajı daha farklı verebilirdi diye düşündüm.
Her şeye rağmen usta yazarımız, böylesine karmaşık bir meseleyi sade, akıcı bir dille anlatması kitabı ilgi çekici kılıyor. Bu tür kitapları her kesimden insanın okumasını, kavgaların, cinayetlerin son bulmasını ve şu güzelim yurdumda kardeş ve barış içerisinde yaşamayı temenni ediyorum.

ECE VAHAPOĞLU VE ÖTEKİ

Ece Vahapoğlu’nu, yazarlık vasfından önce belki çeşitli televizyon kanallarında sunduğu programlardan, belki de bazı gazete ve dergilerde köşe yazarlığı yapmış olmasından anımsayabiliriz. Dördüncü ve son kitabı olan Öteki ile bu yıl çok satılanlar arasına girmeyi başararak yazarlık vasfını da ön plana çıkarmaya çalışmıştır genç yazarımız.

Bir pazar günü televizyon kanallarını şöyle bir gezerken dikkatimi çekti yazarımızın konuşması, yeni çıkardığı kitabın tanıtımın yapıyordu. Aylardır uğraş verdiğini,araştırdığını Türkiye ile yetinmeyip İran, Irak, Suriye gibi ülkelere gidip sokaklarda tesettürle dolaştığını, birçok kitaptan araştırma yaptığını ve aylarca evine kapanıp büyük bir emek harcadığını söylemişti bu kitap için. Türbanlı bir kadının diğer kadınlar tarafından öteki olarak görülmesinin nasıl bir şey olduğunu öğrenmek, aslında onların öteki olmadığını aynı bize benzediğini, bizim gibi hissettiklerini, bizim gibi yaşadıklarını göstermek için kaleme almış bu kitabını.Aşk, ihanet, tabular, din, cinsellik ve bastırılmış duyguları tek kitaba sığdırabildiğini söylemişti. Yazarımızın bu konuşmaları dikkatimi çekti ve hemen kitabı alıp okudum.

Romanda, Amerika ‘da eğitim gördükleri sırada tanışan ve yıllar sonra İstanbul’da yeniden karşılaştıklarında birbirlerini yakından tanıma fırsatı bulup dost olan iki genç bayanın hayatından bir kesit sunulmuş. Başarılı ve modern bir sunucu olan Esin ile babasının şirketinde yöneticilik yapan İslami değerlere sıkı sıkıya bağlı türbanlı kız Kübra üzerine kurgulanmış bir roman.
Romanın ileriki sayfalarında bu iki kadın arasındaki dostluk bağı, sıra dışı bir duygusallığa dönüşüyor. İkisi de daha önce tanımadığı birçok duyguyu birlikte yaşıyor, birlikte vakit geçirmekten zevk alıyor ve birbirlerinin eksikliklerini kapatabilen kişiler olarak karşımıza çıkıyor.
Yazarımız bu kitapta, Türkiye’deki laiklik ve muhafazakarlık çözümlemesi üzerinde durup bu konuda okuyucuları bilgilendirmek istiyor. Fakat bu çözümlemenin bir çökme ile sonlandığını kitabı okurken rahatlıkla görebiliyoruz.Ayrıca yazarımız çok fazla araştırma yaptığını söylese de dini bilgi bakımından yetersiz oluşu da gözlerden kaçmıyor. Bu acemiliği de eseri basit ve sıkıcı bir hale sokmuş. Böylesine hassas bir konunun daha çok araştırma ve gözlem yapılarak kaleme alınsaydı ve sonu cinsel tercihe dayandırılmasaydı daha etkileyici bir roman olurdu. Bu denli sıra dışı bir roman farklı olmak, değişik bir şeyler oluşturmak ve para kazanmak için yazılmış olabilir.
Yazarımız eserinde oldukça yalın ve anlaşılır bir dil kullanmış. Dilinin sade olması eseri sürükleyici hale getirmiştir. Dildeki yalınlık Öteki’ne güzel bir tat veren tek unsur olmuş.

EN SON YÜREKLER ÖLÜR


‘’Sıkı tutun Nehir!’’ çığlıkları ile irkiliyorsunuz kitabın ilk sayfalarında…Birbirini çok seven iki insanın son model,kan kırmızı bir arabaya binip birlikte geçirdikleri büyük bir kaza ile birlikte gelen acı, özlem ve en önemlisi de yanında ailen, dostların olmasına rağmen O’nun olmayışının verdiği yalnızlık ve kendinden önce eşini düşünen bir kalbin varlığı... Olayları sanki siz yaşıyorsunuz, bir anda roman kahramanı siz oluveriyorsunuz. Nehir gibi olmaktan ve Nehir gibi düşünmekten kendinizi alamıyorsunuz. Yüreğinizde koyacak yer bulamadığınız sevdiğiniz bir anda yaşamla ölüm arasında bir çizgide duruyor. Acıyı ta yüreğinizin en derinliklerinde ister istemez hissediyorsunuz. Aşkın yanı sıra organ bağışı ve organ naklini ile karşılaşıyorsunuz bir anda. Gözünün içine baktığınız hayat arkadaşınızın organlarının başka canlarda can bulacak olması, sevdiğinizin ölümüne karşılık onun organları başkalarının yaşamını kurtaracak olması, siz hayat arkadaşını kaybetmenin acısıyla ağlarken başkalarına can bağışlayıp onları mutlu olması konusunda karar verme yetkisi size verilse nasıl bir karar verirdiniz? Kim Nehir gibi bu kadar cesur karar verebilirdi? Ölümü bile daha yakıştıramadığınız sevdiğinizin organlarını dar bir zamanda başkalarına can diye bağışlamak. ‘’Dur biraz düşüneyim.’’ bile diyemeyeceğiniz kadar kısa bir süre. Pişman olursan geri dönüşü olmayan çıkmaz bir yol gibi gelir insana. O duygu seli içinde, en doğru kararı vermek imkansız gibi geliyor bana. İşte yine Nehir gibi düşünmeye başlıyorsunuz! Kılına bile zarar gelmesinden korktuğunuz insanın ölümüne inanmazken onun organlarının alınması.Beyin ölümü gerçekleşiyor; ama kalbi çalışıyor. Bir mucize beklemez mi insan, makineye bağlı olsa bile yaşasın o, sakın fişleri çekmeyin demek bile küçük de olsa bir umuttur. Sizin izninizle çekilecek bir fiş ve yine sizin izninizle alınacak organlar.
Bir iki saat önce size sevgiyle bakan gözleri, sadece size bağlı olan kalbi nasıl çıkartıp başkasına vereceksiniz? Canı acıyacak mı diye iç hesaplaşmaları ile okuyacağınız bir kitap. Olayın akışına kendinizi kaptırmışken ,bu kadar etkileyici bir kitabın sonu böyle sonuçlanmamalıydı diyorsunuz kendi kendinize. Kitapta bazı olaylar bize çok saçma gelse de sürükleyici bir üslup ve sade bir dille kaleme alındığı için elinizden bırakamayacağınız bir kitap… Kötü bir sonla bitmesine rağmen herkesi derinden etkileyecek, organ bağışı konusunda hepimizi düşündürecek ve bilmediklerimizi bize öğreteceği için en önemlisi de EN SON YÜREKLER ÖLECEĞİ için bence okumalısınız bu kitabı.

KÜÇÜK ARI (CHRİS CLEAVE)

Büyük övgülerin beraberinde gelen satış rekorları bu kitabı okumam gerektiğini söyledi bana. Kitabı elime aldığımda öncelikler kitabın kapak tasarımı beni büyüledi desem yerinde olur. Hayal, umut, karamsarlık ve çaresizlik gibi duyguları içinde barındıran bir kitap diye düşünerek okumaya başladım. İlk sayfaları okurken yüzümde hafif bir tebessüm, kafamda ise soru işaretleri oluştu. Küçük Arı.’’Afrikalı bir kız olacağıma bir İngiliz sterlini olmayı isterdim. Herkes geldiğimi görmekten mutlu olurdu.’’ Sözleriyle başlıyor ve Afrikalı olmanın acı ve zor ve yanlarını sayfalarca anlatıyor. Bence bu kitap, Afrikalıları değersiz görenlerin içini sızlatmak için yazılmış.
Küçük Arı kitabında Afrikalı küçük bir kızın, Nijerya’da petrol savaşları yapılırken yaşadığı acı olaylardan kaçıp kaderini değiştirmek için verdiği yaşam mücadelesi anlatılıyor.
Andrew ve Sarah kötü giden evliliklerini düzeltmek, farklı bir şeyler yapmak için bütçelerine en uygun yer olan Nijerya’ya giderler. Bu tatil çiftin yaşamını değiştirir ve romanda yaşanan tüm olaylarında başlangıcı olur.
Nijerya ölüm ve yıkımlara gebedir bu yüzden de sancılı günler geçirmektedir. Küçük Arı ve ablası Nijerya’da bazı kötü olaylara tanık olurlar bunun bedeli de ölümdür. Çocuklar kaderlerini değiştirmek için kaçarken Sarah ve Andrew ile karşılaşır ve onlara sığınırlar. Bu çift çocukları korumak için kötü adamlara yüklü miktarda para verir; fakat adamlar parayı almalarına karşılık bu işin para ile çözülemeyeceğini söyler ve Andrew’in parmağını diyet olarak isterler. Bir çocuğun canına karşılık küçük bir parmak…Andrew parmağını kesip adamlara veremez. Bu duruma Sarah çok sinirlenir ve bir parmağını keser adamlara verir. Adamlar bu durumla dalga geçip iki kişiye karşılık bir parmak yetmez derler ve iki çocuğu dalıp ölüme götürürler.Küçük Arı’nın ablası çeşitli işkenceler yapılarak öldürülür ve bu esnada Küçük Arı kaçar bir mülteci kampına sığınır. Burada da oldukça sıkıntılı günler geçirir. Günün birinde Küçük Arı ile iki arkadaşı mülteci kampından çıkar ve özgürlüklerine kavuştuklarını düşünürler; fakat üzerlerinde çıkış izinleri veya bir kimlik bulunmadığı için oldukça çaresiz bir şekilde yollara düşerler. Andrew, kötü adamlara para verirken cüzdanı yere atmıştı ve kimse o cüzdanı almayınca Küçük Arı, o cüzdanı alıp yıllardır saklamıştı. Şimdi Küçük Arı, o cüzdanda bulunan bilgilerle Andrew ve Sarah’ yı bulup onlardan yardım istemeye karar verir ve yürüyerek yorucu bir yolculuğun sonunda İngiltere’ye ulaşır. Anderw kısa bir süre sonra intihar eder ve Küçük Arı, Sarah’ya cenaze işerinde yardım etmek zorunda kalır..Sarah’nın batman kıyafetlerini üzerinden çıkarmayan oğlu Küçük Arı’yı çok sever. Sarah, Küçük Arı’ya acıdığı ve oğlunun ona çok düşkün olduğu için bu kızı Nijerya’ya göndermek istemez; fakat Küçük Arı, kaçak bir mülteci olduğu için yakalandığı anda sınır dışı edilecektir, bu yüzden hemen bir kimliğe ve oturma iznine ihtiyacı vardır. Sarah bu işlerle uğraşırken Küçük Arı yakalanır ve Nijerya’ya gönderilir. Sarah ve oğlu , resmi işler devam ederken bu küçük kızı yalnız bırakmamak için Nijerya’ya giderler ; fakat Nijerya’ya gitseler de bir Afrikalının yaşamını değiştirmeye güçleri yetmez. Böylece bir Afrikalının hayatı bir İngiliz sterlininden daha önemsiz olduğu gözler önüne serilir.
Satış rekorları kıran ve bu kadar övülen bir kitap dil ve anlatış şekli olarak beni hayal kırıklığına uğrattı. Oysa bu kitap için ikinci Uçurtma Avcısı denilmişti; ama gerek kurgu gerek anlatım açısından oldukça basit bir kitap. Ayrıca kitabın kapak kısmına şöyle bir not düşülmüş:’’ Bu kitabı okuduğunuzda herkese anlatmak isteyeceksiniz, bunu yaptığınızda lütfen neler olduğunu anlatmayın; çünkü bütün büyü, olayların akışında…’’Ben olayın büyüsünü bozmak için değil meraklılarını bilgilendirmek için yazdım bu kısa yazıyı. Fakat derinlik ve sürükleyicilikten oldukça yoksun oluşu da kitabı okumamı zorlaştırdı.

TÜRKAN

Ayşe Kulin ve Türkan

Günümüz Türk Edebiyatı’nın vazgeçilmez yazarlarından biridir Ayşe Kulin. Çok satan yazarlar arasında ilk sıralardaki yerini korumayı başarabilen nadide yazarlardan biridir.Yayınlanmasının üzerinden aylar geçmesine rağmen Türkan adlı kitap en çok satılanlar listesindeki yerini koruyor.
Türkan Saylan, Türkiye için gerek tıp, gerek eğitim ve en önemlisi de insanlık için kaybedilen örnek şahsiyetlerinden biridir. Fakat bir o kadar da hor görülmüş, bir köşeye atılmış değerli biridir. Herkesin tiksindiği, bakmaya bile korktuğu cüzam hastalarına şifa olmak için onlarla kucaklaştı.Sevgi, özveri ve aldığı eğitim sayesine cüzam hastalarını bu dertten kurtardı. Eğitimin çok önemli olduğunu biliyordu ‘Kardelenler’, ‘Baba Beni Okula Gönder’ gibi çeşitli projelerin öncülüğünü yaptı. Türkiye’deki sorunların ancak eğitimle çözülebileceğini vurguladı. Bu ülkeden cüzamı kovdu, okullardan alınıp cehaletin acımasız kollarına terk edilen çocukları Türk, Kürt, Süryani ayrımı yapmadan eğitimlerine devam edebilmeleri için her türlü imkanı sağladı. Bütün bunlara rağmen biz onu hırpaladık, yerden yere vurduk, ona gavur, komünist gibi yakıştırmalar yapıp onu yalnızlığa terk etmek istedik. Ömrünün son deminde ise onu darbeci yaptık, hasta yatağından kaldırdık, evine polis gönderip onu devleti yıkmak isteyen hain ilan ettik. Fakat bu yaptığımız kötülükler onun umurunda bile değildi. Çünkü onun yüreğinde çok büyük bir insan sevgisi vardı. İyi ve dürüst insanlarla yaşamak isteyen, ülkesini çok seven, insan haklarına ve hukuka saygılı bir vatanseverdi. Bizler onu ne kadar yalnızlığa terk etmeye çalışsak da o bize son bir kez daha insanlık dersi verdi, iyiliklerin karşılıksız kalmadığını cenazesine katılan insan sayısıyla gösterdi.
Ayşe Kulin, Türkan Saylan’ın hayatını bir biyografi gibi değil de etkileyici bir hikaye şeklinde bizlere sunmuş. Elimden bırakamadığım, büyük bir insanlık dersi aldığım bu kitap bana birçok gerçeği tekrar hatırlattı. Bir insana faydalı olabilmenin ne kadar büyük bir mutluluk olduğunu, bir insanın başka yaşamları kendi hayatının önüne nasıl koyabildiğine şahit oldum. Türkan Saylan,önce verem sonra kanserle mücadelesini sürdürürken kendini bir tarafa atmış ve başka yaşamların yeşermesi için çaba sarf etmiştir. Böylesine güzel ve anlamlı bir yaşam, ancak bu kadar sade, sürükleyici ve etkili anlatılabilirdi.

ZÜLFÜ LİVANELİ VE LEYLA'NIN EVİ

Zülfü Livaneli, Türk özgün müzik sanatçısı, politikacı, yazar ve yönetmendir. 1946 yılında Konya-Ilgın’da doğmuştur.Zülfü Livaneli bağlama çalmayı eniştesi Turhan Yücel'den Ilgın’da öğrendiğinde, eniştesi Turhan Bey'in hayatını değiştirecek bir sermayeyi kendisine hediye ettiğinden haberi yok idi.Zülfü Livaneli, müziği ile birçok ulusal ve uluslararası ödül aldı ve eserleri onlarca yerli ve yabancı sanatçı tarafından yorumlandı. Kültür, sanat ve politika alanında Türkiye ‘nin önemli isimlerinden birisi olan sanatçı, sanat yaşamı boyunca 300 ‘e yakın besteye ve 30 film müziğine imzasını attı. Livaneli ayrıca "Arafatta Bir Çocuk", "Geçmişten Geleceğe Türküler", "Sis", "Orta Zekalılar Cenneti", "Diktatör ile Palyaço", "Sosyalizm Öldü Mü", "Engereğin Gözündeki Kamaşma" ve "Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm" ve "Mutluluk" ve Leyla'nın Evi’ ‘’Son Ada’ gibi oldukça güzel kitapların da yazarıdır. Sanatçımız, uluslararası kültür çevrelerinde tanınmakta ve saygı görmektedir.

Leyla ‘nın Evi adlı kitabında yerlisi-yabancısı,zengini-fakiri, yaşlısı-genci,sağcısı-solcusu,elit kesimi ve avam kesimi ile adeta Anadolu’nun özeti diyebileceğimiz güzel bir İstanbul hikayesi anlatmış usta yazarımız.
Baş kahramanımız Leyla, yalılarda doğup büyümüş bir asilzade, bir Osmanlı soylusu, bir İstanbul Hanımefendisidir.Leyla, sonradan görme Ömer ve Necla çifti tarafından dolandırılır ve bu çift,Leyla’ nın boğazda bulunan yalısını satın alırlar ve Leyla Hanım evden çıkmak istemeyince ona da sahte bir deli raporu alıp yaşlı kadını kendi evinden atarlar.Dışardaki hayata yabancı olan Leyla,sudan çıkmış balık misali kalıveriyor acımasız dünyayla baş başa. Leyla ‘nın uzaktan akrabası olan gazeteci Yusuf, Leyla ‘yo iki gündür evinin bahçesinde oturmakta olarak görünce onu alıp Cihangir ‘deki izbe evine götürür.Fakat evde Almanya’da büyüyen, genç yaşta ailesini kaybeden kötü bir geçmişe sahip rep tarz müziğe merakından dolayı bir grupla tanışıp İstanbul’ gelip Yusuf ile dost hayatını yaşayan asıl adı Rukiye olmasına rağmen Rozi adını kullanan bir kız vardır. Rozi , Leyla’yı önceleri hiç istemez ve ikisi içinde oldukça sıkıcı günler yaşanır; fakat zamanla birbirlerine alışırlar.Leyla Hanım her şeye rağmen evini kurtarma çabasından vazgeçmez. Olaylar öyle bir çıkmaza girer ki Leyla’nın yaşadıkları sizin de içinizi acıtır, çıkmaza giren bu olaylar öyle güzel çözümlenir ki bu sayfaları okurken yüzünüzden tebessüm eksik olmaz. Yazarımızın akıcı,sade, su gibi duru üslubu kitabı ne ara bitirdiğinizi anlayamamanızı sağlıyor. Bir İstanbul öyküsü olarak çok sevilen "Leyla'nın Evi" sahneye de uyarladı. Böylece tiyatro izleyicilerinin de beğenisine sunuldu Öğretici,sürükleyici ve yürek burkan bir hikaye Leyla’nın Evi ile Zülfü Livaneli dünyada sadece yaptığı müzikle değil, çeşitli dillere çevrilen, sinemaya aktarılan ve ödül alan kitaplarıyla da tanınan büyük bir usta olduğunu bizlere tekrar gösterdi.

BAB-I ESRAR

BAB-I ESRAR VE KONYA

Türkiye’de, tarihimize ışık tutacak bazı eski başkentler vardır. Bunlardan biri de Konya ‘dır. Mevlana,Sille, Çatalhöyük gibi tarihimize şahitlik eden yerlerin olması ve Selçuklu devletine başkentlik etmesi bakımından oldukça önemli değerlerlerden biridir. Sokakları buram buram tarih kokan bu şehir, günümüzde bazı romanlarında mekanı olmuştur. Bu romanlardan biri de Ahmet Ümit ‘in kaleminden Bab-ı Esrar’dır. Yazarımız ziyaret için Konya ‘ya geldiğinde Mevlana ve Şems Tebrizi’nin türbesini ziyaret etmesiyle Şems ve Mevlana’ya dair bir şeyler yazma gereği duyar. Böylece yeni romanının konusuna dair büyük ve geniş çaplı araştırma yapmaya başlar.

Baba-ı Esrar romanı, bir cinayet çevresinde bizi Mevlana‘nın Konya‘sına götürüyor. Mevlana ‘nın hocası, Şems-i Tebrizi’nin öldürülerek kuyuya atılması konusunu ele alırken dünyayı, yaşamı, inancı ve aşkı yeniden düşünmemize sağlayan kitap bizlere bir kültürü merak uyandırarak anlatıyor. Yedi yüzyıldır çözülemeyen sır olan Şems Tebrizi cinayeti ve yedi yüzyıldır süren sevda Şems Tebrizi ile Mevlana ‘yı anlatan yazarımız bu yapıtında Mevlevilik temelinde din ve inanç üzerine çok güzel sorular sorup din ile aşk, inanç ile sevda arasındaki ilişkiyi bizlere çok güzel aktarmıştır.

Bizlere kendi kültürümüzün önemli yapı taşlarından biri olan Mevlana hakkında bilgiler vermesi bakımından da önemli bir kitaptır. Mevlana, dünyaca ünlü bir düşünür olmasının yanı sıra büyük bir şairdir de. Avrupa, Amerika, Japonya gibi ülkelerde Mevlana ‘nın şiir kitapları en çok okunanlar arasındadır. Bu demek oluyor ki dünyadaki birçok ülke Mevlana’yı bizlerden daha iyi tanıyor. Fakat günümüzde Mevlana ‘ya dair romanların yazılmasıyla Mevlana’nın Mesnevi adlı kitabı çok satılanlar arasında yer almakla birlikte Konya ‘ya gelen yerli turist sayısında da bir artış gözlenmektedir. Şems ve Mevlana’yı bu kadar güzel anlatan bir eser, bizi bize yeniden hatırlatması bakımından da değerli bir kitaptır.

Dili ve anlatımı bakımından oldukça güzel olan Bab-ı Esrar, tasavvufi bilgiler verilirken sürükleyicilik bakımından biraz zayıf kalsa da elinizden bırakamayacağınız kadar dolu olup ilk basıldığı ay kırk beş bin civarında satması da bunun göstergesidir

MUTLULUK

Zülfü Livaneli’nin sinemaya da aktarılan muhteşem bir yapıtıdır Mutluluk. Livaneli üç farklı insanı, üç farklı yaşamı ve üç farklı dünya görüşünü bir kitaba sığdırmış. Ayrıca yazarımız cehaletin çok kötü bir hastalık olup Türkiye’nin kanayan bir yarası haline geldiğini de etkileyici bir şekilde gözler önüne sermektedir.
Amcası tarafından tecavüze uğrayan Meryem töre gereği ya kendi canına kıyacak ya da amcasının oğlu tarafından öldürülecektir. Meryem, kendi canına kıyamadığı için bu iş amca oğluna düşer. Amca oğlu Cemal, Meryem’i İstanbul’ a götürüp orada töreyi yerine getirmeyi planlar. Cemal, Meryem’e kimin tecavüz ettiğini bilmez. Zaten töreye göre tecavüz eden değil tecavüz edilen suçludur. Meryem ile Cemal’in karşısına bir profesör çıkar. Bu kişi de kendisi ile hesaplaşmak için bir tekne kiralayıp yalnız başına denize açılan bir zengindir. Profesör, Meryem ve Cemal’e farklı bir yaşamın kapılarını açar, Meryem için kurtuluşu, özgürlüğü simgeler.
Mutluluk; hem kentiyle kasabasıyla hem İstanbul'u, Van’ı ve Ege'siyle bugünkü Türkiye'nin tanığı, hem de anlattığı kişilerin psikolojik derinliklerine inebilen, insanları derinden etkileyebilen bir eser.
Suçu olmadığı halde küçücük yaşında töre gereği ölüm fermanı imzalanan bir kızın yaşama sevincini, ölüme giderken bile küçük şeylerle mutlu olabildiğini okurken törenin ve cehaletin kötü taraflarını daha net görebiliyoruz. Yazarımız doğuda bir kadının yaşam şeklini,hayata bakışını ve en önemlisi de doğuda kadın olmanın zorluklarını sade bir dille anlatılmış. Oldukça sürükleyici olmakla birlikte roman kahramanları olan Meryem'i, İrfan'ı ve Cemal'i hiçbir zaman unutamayacağınız bir başyapıt.