28 Aralık 2010 Salı

YENİ YIL VE ÇAM AĞACI




Yeni yıl dolayısıyla çevremizde çeşitli kutlamalar yapılır. Bu kutlamaların bir vazgeçilmezi olup baş tacı edilen alışkanlık da sokakları, çarşıları, alışveriş merkezlerini ve en son olarak da evleri çam ağacı ile süslemektir. Şimdi yılbaşında çam ağacı süsleme âdeti nereden gelir diye merak ettim ve bir küçük bir araştırma yaptım ve bu araştırmama kendi yorumumu da katarak bloğumda paylaşmak istedim.

Yılbaşı günlerinde, evin bir köşesinde, minik bir çam ağacı bulundurmak ve onu süslemek âdetinin kökeninin Almanya olduğu ileri sürülür. 15. yüzyıldan sonra bu ağaçlara sadece meyve değil ekmek, bisküvi gibi yiyecekler de asılmaya başlanmış, Protestanlığın yayılması ile birlikte bunlara yanan mumlar da eklenmiştir. Adet Avrupa’ya yayılırken aynı zamanda göçmenler tarafından Amerika’ya da taşınmıştır. Hıristiyanlık öncesi zamanlara, hatta putlara ve doğaya tapınıldığı dönemlerde Mısır ve Çin uygarlıklarında da ağaç figürü kullanılmıştır. Fakat o devirlerde doğanın yeşilliği ve ağaçlar sonsuz hayatın sembolleriydiler. Zamanla Kuzey Avrupa ülkelerinin ‘karanlığın bitişi’ ayin ve kutlamaları, Hıristiyan dünyasınca Hz. İsa’nın doğum günü kabul edilerek -ki bu kesin değildir- Noel kutlamalarına dönüştürüldü. Bu arada ağaçlar, özellikle çam ağaçları bu kutlamanın simgesi olmaya devam etti ve günümüze kadar geldi. Şöyle bir baktığımızda bizim kültürümüzde çam ağacı süslemek gibi bir âdetin bulunmadığı açıktır. Farklı inanışlardan ve özellikle de Avrupa kültüründen ne kadar etkilendiğimiz ve benimsediğimizde bir gerçek.

Kendi araştırmam beni öylesine etkiledi ki ve bu kadar ayrıntıyı bu zamana kadar bilmediğim ve önemsemediğim için kendime kızdım doğrusu...Yılbaşı öncesi şöyle bir çevreme baktım sokakların, alışveriş merkezlerinin abartılı bir şekilde çam ağacıyla süslendiğini gördüm. Bu gördüklerimi yeni öğrendiklerimin ışığında değerlendirdiğim de gördüklerim beni gerçekten çok üzdü. Fakat biraz da özeleştiri yapmak gerekirse beni asıl üzen şey beş altı sene öncesi aldığım küçük bir çam ağacını süsleyip evimin baş köşesine koyduğum günleri hatırlamaktı. Cahilliğimden dolayı bu yanlışı yaptığım için kendime kızdım. Halbuki ben bu ağacı alırken de süslerken de farklı kültürleri benimsediğimizi hiç düşünmemiştim, sadece eğlence olsun diye yapmıştım, hem herkes yapıyordu kendimi savunmaya çalışsam da  daha kötü duruma düşüyorum aslında. Sözün özü farklı inanışları ne kadar özümsediğimiz de ortada demek olur herhalde...

Farklı kültürler ve inanışlardan uzak daha nice yıllar diliyorum herkese...

23 Aralık 2010 Perşembe

İSKENDER PALA VE ŞAH & SULTAN


Türkçeyi kullanma gücüne hayran olduğum Eski Türk edebiyatı profesörü İskender Pala’nın son kitabı olan Şah & Sultan raflardaki yerini almaya başladığı gün, okuyacağım kitaplar arasında yer almıştı. Tarihi bir kitap olduğuna dair aldığım bilgilere göre başladım kitabı okumaya.

Usta Yazarımız, dönemin önce şehzadesi, sonra da hükümdarı olan Selim (Yavuz Sultan Selim) ile İran Şahı İsmail’in hayatları boyunca birbirlerine karşı bitmeyen mücadeleleri, Alevilik - Sünnilik tartışmaları bahane edilerek kardeşin kardeşten nefret edip birbirini öldürmeye başladığı, Türk’ün Türk’e, Müslüman’ın Müslüman’a düşman kesildiği, iktidar hırsının gözleri kör ettiği bir dönemi, hükümdarların aşkını ve ödenen bedelleri yine harika bir dille, yine edebiyat profesörlüğünü kullanarak anlatmıştır.

Savaşlardan ziyade benim dikkatimi en çok çeken şey: Sonu gelmeyen kavgaların, dökülen kanların gölgesinde filizlenen öyle büyük bir aşk var ki bu kitapta… Okuyuculara aşkı sorgulatan, aşkın ne olabileceği, aşk uğruna nelerden vazgeçilebileceğini konusunda herkesi düşündürecek ve derinden etkileyecek bir aşk… Herkese karşı acımasız olan Şah İsmail’in sevdiğine karşı çaresizliğini, boyun eğmişliğini kimi zaman sevinerek kimi zaman da içiniz acıyarak okuyacaksınız. Saçının teline bile dokunmaya kıyamadığı, güzelliği dillere destan olan Taçlı Hatun’u savaş meydanında bırakıp kaçmak zorunda kalmıştır. Şah İsmail’e, Selim’e savaş meydanında yenilmekten daha ağır gelmektedir, sevdiğinin düşman elinde olması.

Kendini asla affetmeyen Şah’ın pişmanlıkları, önce onun hırsını, amacını almış ve nihayetinde kendini içkiye verip çok genç yaşta hayata gözlerini yummuştur. Yavuz Sultan Selim ise esir düşen Taçlı Hatun’u görür görmez ona âşık olur; ancak gururundan dolayı ona yanaşamaz, aşkını içinde yaşar. Selim, vücudunda çıkan kötü huylu bir çıban yüzünden genç yaşında Şah İsmail gibi hayata veda eder. Son nefesini vermeden Taçlı’ ya olan sevgisini bir kâğıda döker. Kitabı şaşırtıcı birçok olayı okuyarak, biraz da içiniz acıyarak sonlandırırsınız.

Cesaretleri, acımasızlıkları, aşkları ve daha birçok özellikleri ile birbirine benzeyen hükümdarların ölümlerinin de genç yaşta ve ardı sıra olması kaderin veya tarihin bir cilvesi olduğunu düşünerek ve okuduklarınıza dair yorumlar yaparak kitaba veda edersiniz.

Kitapta kavgaların, savaşların olduğu bölüm ile ilgili farklı yorumlar yapılsa da, Alevi veya Sünniler tarafından çok fazla eleştirilse de Çaldıran diye bir savaşın olduğu ve bu savaşta Alevi ve Sünni Müslümanların karşı karşıya gelip Türk’ün Türk’ü, Müslüman’ın Müslüman’ı vurduğu bir gerçektir. Geri kalan kısma baktığımızda ise roman bir tarih kitabı değil ki her şeyi olduğu gibi aktarsın. Tabiî ki hayal olacak ve tabiî ki yazar kendinden bir şeyler katacaktır diye düşünüyorum.

Yazarımızın da dediği gibi “Ne Şah kalır ne Sultan. Kalıcı olan kardeşliktir, birliktir. Dildir, inançtır, kültürdür. İktidar kavgalarıyla, tarihte karşı karşıya getirilmiş, birbirine küstürülmüş insanlar hakikatte dün de bugün de birbirlerinin kardeşleridirler.

20 Aralık 2010 Pazartesi

KUŞLAR VE OYALAR CENNETİ NALLIHAN


Ormancılık Haftası nedeniyle Kırsal Çevre Derneği ile Nallıhan Turizm Gönüllüleri Derneği’nin düzenlediği bir geziyi paylaşacağım. Nallıhan Kaymakamlığı ve Belediyesinin desteği de söz konusuydu. Özelliklede Turizm Gönüllüleri Derneği Başkanı Mustafa Bektaş Bey'in içten davetiydi. Biz daha önce Nallıhan’a Toprak Ekolojisi kursuna gidecektik; ama olmamıştı.Daha önce Mudurnu’ya giderken sadece yol manzaralarını gördüğüm Nallıhan’ı çok merak ediyordum.Toprak rengi ve konumu Kapadokya’ya benzeyen Çayırhan’ın da bazı yerleri beni büyülemiştir.

Sabah 7.30’da yola çıktık. Ben Gülsen ve Yavuz ve başka dört arkadaş Optimum Alışveriş Merkezi önünden otobüslere bindik. Ayaş’ta derneğimizin ikramı sıcak poğaçalarla birlikte çaylarımızı içtik. Beypazarı’nı geçtik ve nihayet 9.30 ‘da Çayırhan Belediyesine geldik. Önce hamam ve caminin yapıldığı beldelerden bu kalıntılar sular alçaldığında Roma’dan kalma kaya mezarları görülebiliyormuş. Baraj üzerinde yer alan kuş cennetinin manzarası muhteşemdi. Günün her saati dağların göle yansıyan renk cümbüşü farklıymış.Biz sadece 9.30’da gördük.Bu bölgeyi gezebilmek için 3 gün gerekliymiş.

Bu baraj tekne ile 7 buçuk saatte gezilebiliyormuş. Türkiye’nin ilk hidrolik ve yer yer yeşil ekilmiş alanların görüntüsü çok güzeldi. Çayırhan’dan Sarıyer Belediyesi yol ayrımına gelindiğinde yolun solu Eskişehir’e gidiyor. Nallıhan Eskişehir arası 100 km imiş. İç Anadolu bozkırından Karadeniz yeşiline geçtiğimizi görüyoruz.

Eskişehir yolu tarafında(Mıhalıçak yol)Ermem Sultan Köyü varmış ve Yunus Emre’nin (hocası şeyhi)Tapduk Emre Türbesi bu köydenmiş.

Toprağın belirgin özelliği kırmızıya çalan kiremit rengi olmasıydı. Yer yer ekilmiş yeşil alanlarda arada muhteşem bir görüntü sunuyordu. Bu bölgenin sebzeciliği bol; ama İstanbul bölgesine gittiği için Ankara’da bu sebzelerden göremiyoruz

Sarıçalı Dağı bölgenin en yüksek yeri ve karlar üzerinde en yaşlı karaçam ve sarıçamlar bu bölgede olduğu için koruma altına alınması düşünülüyor. Çevresi 7 buçuk metre olan devasa bir fındık ağacıda var bu dağda. Sarıçalı Dağı’nda rakım 1.740 metreye kadar çıkarken Sakarya Nehri vadisinde ise rakım 250 metreye kadar düşer. Akdeniz, Karadeniz ve İç Anadolu iklimini bir günde görebilirsiniz bu şehirde

Saat 13’te Uluhan Ziyaret Mezarlığına vardık ve daha sonra köylüler ve yaşlı ormancılarla buluştuk. Uluhan da ipek yolu üzerinde ve bu sırasıyla Selçuklu döneminde yapılan bu hanların arası 30-40 km bir günlük yürüme mesafesinde Anıt ağaçları inceleyerek hocalarımız ve yöre halkı tarafından bilgilendik. Daha sonra Beycik Ormanları’na vardık ve buradaki muhteşem anıt ağacı gördük. Bu bölgede daha önceleri 80 orman işçisi çalışırmış özelleştirmeden dolayı şimdi 5 kişi kalmış.

Artık öğlen olmuştu. Karacasu Köyü’nün yemek daveti üzerine bu köye gittik. Açık hava, bahçe içinde, isteyen minderlerde oturarak gözleme ve nefis ayrandan oluşan yemeğimizi yedik. Benim gibi çoğunluğun aklında bu köye mutlaka bir daha gelmeliyim ve kapalı okulları değerlendirilerek oluşturulan bu misafir evlerinde kalmalıyım düşüncesi oluştu sanırım. Köylülerin yöresel ürünler sergisi de çok doğaldı. En çok pembe renkli tarhanasını sevdim.

Nallıhan Kültür Merkezi’ne vardıktan Orman İşletme Şefliğinin ve katılım az da olsa köy muhtarlarının konuşma yaptığı panel ve yöresel ses sanatçısının müzik ziyafeti enfesti. Panelde bu günün ağaç bayramı veya fidan dağıtma günü olmadığı, ormancılık politikaları ve küresel ısınmanın ormanlarla azaltılacağı vurgulandı. 1980 yılından sonra ormanların korunma anlayışından uzaklaşıldığı ve ormanların yeni getirim alanı olduğundan bahsedildi.

Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’nde bir sincabın Eskişehir’den Tokat’a kadar ağaçlar üzerinden zıplayarak gittiğini duyunca ormanlarımızı ne çabuk katlettiğimizi görünce önce kendim, sonra tüm insanlık adına çok üzüldüm.

Nallıhan şehir içerisinde kısa bir tur yaptık. Şehre ismini veren 1595 yılında Nasuh Paşa tarafından yaptırılan Kocahan’ın olduğu çevreyi, dokuma atölyelerini ve iğne oyası satan dükkanları gezdik.

Hoşebe adı verilen mesire yerinde dolaşırken hava artık kararmak üzereydi. Hemen yakınındaki Akdere Köyü’ne geldik ve ben hava kararmadan bu köyün fotoğraflarını çektim.

Bu köyde de bir akşam yemeğine davet edilmiştik. Konukevi mimarisi, dekorasyonu ortada yanan soba ve üzerindeki çay hayallerin ötesindeydi. Yemeklerde tarif edilemeyecek kadar güzel ve boldu. Baklava ve yaprak sarmasına da diyecek yoktu.

Nallıhan Turizm Gönüllüleri Derneği’ne emeği geçen Başta Mustafa Bey olmak üzere tüm çalışanlarına teşekkürler bize unutamayacağımız bir gün geçirttikleri için.Ayrıca gönüllü ve içten bir şekilde rehberlik yapan emekli öğretmen Mehmet Özbeki tanıdığıma onlar gibi insanların olduğuna çok sevindim.

Bu geziden sonra gönülden Nallıhan’ı bilmeyen herkese anlatıyorum ve tavsiye ediyorum. Artık nerde bir fuar görsem onların standını ilgiyle geziyorum. Yöresel ürünlerinden tarhana, kurutulmuş domates ve elma, kuru üzüm ve pekmez tercihlerim arasında.

Çağdaş sanatlar merkezindeki Turizm Gönüllüleri Derneği'nin fotoğraf sergisinde bu duygularımı güncelledimİğne oyası kolyem de taktığım zaman arkadaşlar arasında çok ilgi çektiğini de belirteyim.

Ormancılık Haftası dolayısıyla Atatürk’ ün AOÇ(Atatürk Orman Çiftliği) için söylediği bir sözle bitireyim:

“Yeşil görmeyen gözler renk zevkinden yoksundur. Öyle bir ağaçlandırın ki gözleri görmeyenler bile etrafın yeşil olduğunu görsün”

                                                                            FATMA GÖKMEN

18 Aralık 2010 Cumartesi

BENDEKİ KONYA AŞKI

Ders : Hayat Coğrafyası

Konu : Aşk İkliminin Özellikleri

Ödev : İklimin Konya’da Etkisinin Konu Özeti





Coğrafya derslerimizde hiç unutamadığımız karasal iklimin özellikleri aklımıza mıh gibi çakılmıştır.

Yazları sıcak ve kurak, kışları soğuk ve kar yağışlı Konya’yı özetleyen bambaşka bir cümle...
Kuraktır Konya’m... Aşk-a hiç doyamamıştır. Tıpkı toprağının yağmura hasret kaldığı gibi özlemektedir Mevlana’sını insan hiç sevdiğine doyar mı?

Sıcaktır Konya’m... Aşk-ı ile yanmış bir gönülden alır sırrını, yakmaz güneşi; tebessüm eder, ısıtır gönülleri ve yağ gibi eritir... Katılaşmış kalpleri dahi çözer zaten bu şehirde maske yoktur yüzlerde, sahte değildir dostluklar, sevgiler...

Soğuktur Konya’m... Serttir soğuğu, ayazda esen rüzgârı içine işler insanın, soğukta sıcağın kıymetini sobanın yanında anlar insan o yüzden soğuktur Konya’m belki sıcağın kıymeti bilinsin diye... Sabrı öğreten Piri Tebrizli Şems-i vardır. Aşkta olmayı öğreten odur. Ham iken pişiren ve yanmasını sağlayan Mevlana’nın...

Kar Yağışlıdır Konya’m... Ayaza sabretmiş, günlerce kar yağmasını beklemiştir ve sabır taneleri usulca dökülür gökyüzünden üşümez artık Konya’m ılıktır havası...

Aşk ikliminde yazları sıcak ve kurak, kışları soğuk ve kar yağışlıdır.


Erdal BOZKURT

14 Aralık 2010 Salı

MEVLANA HAFTASI


Doğup büyüdüğüm, gençliğime ve çocukluğuma dair güzel günler geçirdiğim bu güzel Konya şehri benim memleketimdir ve memleketimle gurur duyduğumu her fırsatta yinelemişimdir. Bu yazımda memleketimin bir kültür hazinesi olan Şeb-i Aruz Törenleri hakkında bir şeyler yazmak ve meraklılarını bilgilendirmek istedim. Ne de olsa 1 – 17 Aralık Mevlana Haftası çeşitli etkinliklerle kutlanıyor.


Çocukluğumdan beri Mevlana Türbesini defalarca ziyaret etmiş ve bize şehir dışından gelen her misafiri de Mevlana Türbesine götürmüşümdür. Elimden ve dilimden geldiği kadarıyla Mevlana’yı tanıtmak istemişimdir. Bunları yaparken mutlu olur ve gurur duyardım kendimle böyle bir şehirde yaşıyorum diye. Şimdi maalesef ki Konya’da yaşamıyorum ve Mevlana’ya daha az ziyaretçi götürüyorum. Fakat hala çevremi Mevlana konusunda bilgilendirmeye devam ediyorum.

Mevlana, Büyük Düşünür, Gönül Dostu, Anadolu’nun bağrında yatan büyük değer gibi sözcükler kullansam da O’nu anlatmaya ne sözcüklerim, ne kalemim ne de yüreğim yeter. Çünkü O’nun Anadolu’ya, insanımıza hatta tüm insanlığa kazandırdıkları saymakla bitmez. Ancak bu sefer Şeb-i Aruz etkinlikleri haftasında bir törene katılacakların, semazenler hakkında bilgi sahibi olmak isteyenlerin ve Mevlana’yı merak edenlerin dikkatini çekecek bir yazı yazmak geldi içimden.

Öncelikle semazenin dönmek için aldığı eğitime bir göz atmak da fayda var. Semazen sabit bir şekilde dönmek için ortasında çivi olan yuvarlak bir tahtanın içinde dönmeye başlar. Çivinin olduğu yere antiseptik değeri görsün diye tuz dökülür. Sol ayak parmağı ile ikinci parmak çivinin arasına sokulur. Semaya ilk başlayan semazen, tennure yani o beyaz elbiseyi giymeden normal kıyafetle döner; fakat eller çapraz şekilde omuzlara kavuşturulur, baş da hafif bir şekilde yana eğilmiştir. Bakıldığında 1 sayısı gibi görünür semazen. Bu duruş ise ‘’Allah’ın birliğine şahadet ediyorum.’’anlamına gelir. İlk günler kısa süreli ayinler yapılır, zamanla süre uzar. Belli bir süre sonra eller açılıp tennure giyilir. Ayrıca sema aç karına yapılır ve her dönüş de Allah zikredilir ve Allah düşünülür.

Semazenin her hareketinde ve her kıyafetinde bir anlam gizlidir. Mesela semazen dönerken sağ eli yukarıya, sol eli aşağıya bakar. Bu Haktan alıp halka vermek veya Allah’tan gelip toprağa dönmeyi simgeler.

Semazen sahneye siyah bir şal ile çıkar ve bu şal mezarı; ayine başlayacağı an şalı çıkarıp semaya başlaması da yeniden doğuşu simgeler. Yani suretler âleminden hakikat âlemine geçmeyi anlatır.

Semazenin üzerindeki kıyafete tennure denir, tennure kefeni simgeler. Başındaki sarık sikkedir ve bu da mezar taşı anlamına gelir.

Sema yapmak bir eğlence veya şov değildir. Sema yapmak bir ibadettir, Allah’ı anmaktır, manevi doyuma erişmedir. Şeb-i Aruz törenlerine katılanlar bunu çok iyi bilir. İzleyeni bile derinden etkileyen bu manevi huzur kişiye büyük bir tat verir. Bu törenlerin vazgeçilmez ismi haline gelen Ahmet Özhan’ın tasavvufi müzikleriyle insan, kendini kalbindeki tüm kötülüklerden, öfkeden, hırstan kurtulmuş gibi hafif hisseder. Ahmet Özhan’ın ardından ney taksimi eşliğinde ve loş ışıklar altında bembeyaz elbiseleriyle semazenler sahnede büyüleyici bir görüntü oluşturur. Ney sesi ile izleyenlerin bile kendinden geçtiği sema ayini büyük ve derin anlamlarıyla sahnelendikten sonra tören sona erer.

Şeb-i Aruz törenleri hakkında bilgi sahibi olmakla bu güzellik anlaşılmaz, bu manevi doyumu yaşamak, kendi kültürümüzü öğrenmek ve gelecek nesillere aktarmak gerekir. Bunun için de bir kez bile olsa Konya’ya gelip önce tarihi güzelliklerini görüp öğrenelim ve özellikle de 1- 17 Aralık tarihleri arasında Mevlana Haftasındaki çeşitli etkinliklere katılarak güzel ve mistik bir yolculuğa çıkalım.

13 Aralık 2010 Pazartesi

GÜZEL BİR KONYA GEZİSİ


Pazar günü dediğimizde, hoş bir pazar kahvaltısı ile başlanan ve devamında evde miskince de olsa güzel saatlerin geçirildiği bir gün gelir hepimizin aklına. Oysa bu pazar biraz farklı olacaktı benim için. Saat 7.00’ de Kızılay’da olmamız gerektiği için günün ilk ışıklarıyla birlikte yeni bir güne büyük bir hızla başladım. 6.30’da arkadaşlarım Senem ve Ömer beni almaya geldi. Bir pazar sabahı ve bu kadar erken saatlerde büfenin önünde tur arabasını beklemek hiç de zevkli değildi. Üstelik bu bekleyiş beni biraz da tedirgin etmişti, neyse ki tur arabasının gelmesiyle üzerimdeki tüm sıkıntılar geçmişti. Arkadaşlar Türk Kadınları Kültür Derneği üyeleriydi ve Sinem beni arkadaşlarıyla teker teker tanıştırdı. Otobüsün hareket etmesiyle pazar kahvaltımızı çok güzel poğaça ve kurabiyelerle yaptık. Rehberimiz Cem Bey, Mevlana ve Konya hakkında bilgiler vermeye başladı. Arkadaşlarımız arasında tarihi çok iyi bilen ve üniversite öğretim üyeleri de vardı. Hatta şöyle bir olay bile yaşanmıştı: Bir arkadaş din felsefesinde doktora yapıyormuş. Rehberimiz bir ara Mevlana Celalettin Rumi’nin Rumelili olduğunu söyleyince arkadaş buna itiraz etti ve bunun üzerine etkileyici bir konuşma yaptı. Mevlana’nın bir edebiyatçı olmadığını ve aslen Anadolulu olduğuna değindi.

Konya’ya vardığımızda ilk olarak Şemsi Tebriz- i Türbesi’ni ziyaret ettik. Saat 11.30’da Damla Restorant adlı bir lokantada Konya’nın meşhur o güzelim etli ekmeğinden yedik. Saat 13’te ise stadyumda Sema Gösterileri’ni izlemeye gittik. Biletlerimiz önceden ayarlandığından olsa gerek yerimiz önlerde ve oldukça da güzeldi. Üstelik her koltuğa da sema gösterilerini tanıtan bir broşür konulduğu için Sema Gösterileri başlamadan, bu konu hakkında kimimiz yeni şeyler öğrenirken, kimimizde bilgilerini tazelemiş oldu. Önce Ahmet Özhan’ın konseri vardı. Ahmet Özhan yıllara rağmen hala çok yakışıklı ve hala tasavvufi çizgisini çok güzel bir şekilde korumaktaydı. Mevlana’nın eserlerini de çok etkileyici bir şekilde okudu. Daha sonra sema gösterileri başladı. Sema gösterisinin ardından Alâeddin Keykubat camisini gezdik. 1200’lü yıllardan beri ahşap minberinde hala hiçbir yıpranma olmamış ve tüm ihtişamı ile karşımızda duruyor ve geçen günlere meydan okuyordu adeta.

En son olarak Mevlana Müzesini gezdik. Şeb-i Aruz törenlerinden dolayı müthiş kalabalıktı. Her milletten insan, yan yana dizilmiş ve üstelik yerlere oturmuş ibadetlerini yapıyordu. Dikkatimi en çok da Japonlar çekmişti, adeta kendilerinden geçmiş bir başka dünyada, bir başka mutluluk yaşıyor gibiydiler.

Saat 19.00 olmuştu. Çınaraltı Restoranta gittik. İçeride canlı müzik vardı üstelik yemeklerde çok güzel görünüyordu. Önce sıcak bir bamya çorbası içtik. Ardından Konya’nın yine meşhur bir yemeği olan ‘’Tandır Kebabını’ afiyetle yedik. Ayrıca küçük güveçlerde ikram edilen üzeri çörekotu ile süslenmiş süzme yoğurt da ev baklavası tadında saray burması gibi olan tatlı da nefisti. Her şey dört dörtlüktü. Tura verdiğim 90 TL’ye de değmişti üstelik. Evde miskin miskin oturmadan dolu dolu geçirdiğim bir pazar tatili de böylece sonlanmak ve Konya gezisi de bitmek üzereydi. Mevlana Diyarı Konya’ya veda ederek otobüslerimize binip Ankara’ya doğru yol aldık. Saat 23.30 da Kızılay’a gelmiştik. Vakit oldukça geç olduğu için Cemil bizi almaya geldi. Bu kadar güzel ve yorucu bir günün ardından ertesi gün işe oldukça zor gideceğimi düşünerek yastığa başımı koyduğum an yeni günün planlarını yapmaya başlayarak uykuya daldım... Dünyayı kendine hayran bırakan güzel Mevlana’mızın güzel sözleri ile bitirmek istiyorum yazımı:

Dostluk ve kardeşlik de cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi ol,

Sevgide, şefkat ve merhamette güneş gibi ol,

Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol,

Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol,

Tevazu ve alçak gönüllülükte toprak gibi ol,

Hoşgörülülükte deniz gibi ol,

Her ne olursan ol

Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol."



Bilgi sınırı olmayan bir denizdir.

Bilgi dileyense denizlere dalan bir dalgıçtır.


                                                                          FATMA GÖKMEN (17 ARALIK 2006 )











    

12 Aralık 2010 Pazar

BUKET UZUNER- İKİ YEŞİL SU SAMURU


Günümüz çağdaş Türk romancılar arasında yer alan Buket Uzuner, edebiyat dünyamızın oldukça değerli bir yazardır. Birçok eseri dört ayrı dilde yayınlanmış olmakla birlikte yurtdışında gerçekleşen birçok konferansta da ülkemizi başarıyla temsil etmiştir. Yazarımız 1991 yılında yayınladığı İki Yeşil Su Samuru adlı kitabıyla büyük beğeni toplamış ve kendisi için geniş bir okuyucu kitlesi bulmuştur. Balık İzlerinin Sesi, Kumral Ada Mavi Tuna, Uzun Beyaz Bulut ve Gelibolu adlı kitaplarıyla da edebiyatımızın vazgeçilmezleri haline gelmiştir.

Yazarımız, İki Yeşil Su Samuru adlı kitabında yaşadığımız dünyaya, aşka, çevre sorununa farklı çözümler bulmaya çalışan aydın bir çiftin veya ölüm ile yaşam arasında gelgitler yaşayan modern zamanların öyküsünü dile getirmiştir.

Aradığı mutluluğu hiçbir yerde bulamayan, kimseye güvenmeyen genç ve zarif bir kız olan Nilsu Baran’ın gerçek hayat öyküsünü konu almaktadır. Nilsu, ailesiyle mutlu bir yaşam sürmekteyken annesinin kendi hayatı monoton bulup heyecanlı bir hayat sürmek istemesiyle yaşamları altüst olur ve çekirdek aileleri dağılmaya başlar. Annesi Marmarisli genç bir ressam yüzünden evi terk eder. Doktor olan babası bir süre hayata küsüp suskunlaşsa da zamanla karşısına çıkan genç, güzel ve kültürlü bir kadın olan Selen ile birlikte yaşamaya başlar. Nilsu ne annesinin ne de babasının ilişkisine onay verir. Yaşananlara ne kadar kızsa da Nilsu da çıkışı kendine yeni bir sevgili bulmakta bulur. Bu kişi hayatının ikinci sevgilisi olmakla birlikte kendisinden oldukça büyüktür. Nilsu, Mike’in kendisine çok şeyler öğrettiğini düşünüp onda gerçek sevgiyi bulduğunu düşünür.

Kısa bir süre sonra annesi ve ressam, babası ve Selen son olarak da Nilsu ve Mike’ın ilişkileri çeşitli nedenlerle biter. Mike ve Selen’in yaptıklarından sonra Nilsu, hayata bakışı değişir. Bütün hayatı boyunca kendi mutsuzluğuna sebep olsa da yaşamını paramparça, duygularını lime lime etse de bütün erkeklere kendisini sevseler bile acı çektirmeye karar vermiştir.

Eser oldukça anlaşılır ve açık bir dille yazılmış olsa da çok da sürükleyici bir eser değildir. Belki de küçük bir ailenin bu şekilde parçalanması insanın içini acıtmasından, belki de bu kadar da olamaz dememizden kaynaklanıyor. Yine de farklı yaşamlar, farklı tecrübeler edinmek isteyenlere tavsiye edeceğim bir kitap. Okumak da fayda var; çünkü ne de olsa 1991 yılından beri en çok okunanlar arasındaki hala yerini korumaktadır.

7 Aralık 2010 Salı

ATAMIZIN MANEVİYATI

 Güzelim gençlik yıllarını ülkesi için seve seve veren, yüreği vatan aşkıyla yanan, milletinin özgürlüğünü her şeyinin üstünde tutan, bayrağına, diline, dinine değer veren, sevgi dolu yüreği ve cesareti ile dünya liderlerine kafa tutan, düşmanlarına meydan okuyan Atamızın bazı özelliklerinin yanlış bilinmesi benim içimi acıttığı için böyle bir yazı yazıyorum. Ulu Önderimi en azından kendi çevreme tanıtarak Atamıza yaptığımız haksızlık açısından azıcık da olsa vicdanımı rahatlatmak için kaleme almak istedim bu yazıyı.

   Özellikle bazı çevreler ve bazı insanlar tarafından Ulu Önderimizin dinsizlikle itham edilmesi, Atatürk’ü sevmenin de dinsizliğe eş değer gibi görülmesi ve yine bazı çevrelerin Atatürk’ün laikliğinde dinin yer alamayacağını vurgulamaları gerçek anlamda beni çok üzmektedir. Atamızın farklı insanlar tarafından, farklı algılanmasının sebebini biraz düşününce cevabını bulmak hiç de zor değil. Cevap: Bizlerin kulaktan dolma bilgilere sahip olmamız, araştırma yapmaya gerek duymadan çevremizdeki insanların düşüncelerini koşulsuz kabul etmiş olmamız. Zaten insanın çevresi onun hayata bakışını da yansıtmaz mı?

   Atatürk, İslam ahlakını ve dini vecibelerini daha aile ocağındayken öğrenmiş ve bunu ömrü boyunca pekiştirerek geliştirmiştir. Ulu Önder, gericilikle mücadele ederken İslam'ı yüceltmiştir. Tekke, türbe ve zaviyeler Atatürk döneminde kapanmış; ama ilk Türkçe Kuran meali de yine onun döneminde yayınlanmıştır. Kuran'ın Türkçeye çevrilmesi emrini verirken, Atatürk'ün isteği Müslüman Türk milletinin imanını güçlendirmektedir. Cumhuriyetin ilk on beş yılında -yani Atatürk'ün hayatı süresince- Kuran'la ilgili 10 kadar eser yazılıp yayınlanmıştır. Bu eserlerin pek çoğunu da Elmalı Hamdi Yazır adlı alimimizin kalemindendir. Bu eserler de halkımıza ücretsiz olarak dağıtılmıştır. Ayrıca ilk defa Atatürk döneminde Peygamber Efendimizin hayatı ile ilgili kitaplar ve sözleri Türkçeye çevrilmiştir. Üstelik bu hadisler de, halkımıza gerçek İslam'ı öğretme çerçevesinde yine ücretsiz olarak dağıtılmıştır. Yine aynı dönemde camilerin din görevlisi ihtiyacını karşılamak amacıyla İmam-Hatip okulları açılmıştır.

   Atatürk, dinin var olmadığı veya dini değerlerin ortadan kalktığı bir toplumda aile, ahlak ve devlet kavramları da geçerliliğini yitireceğini ve kısa süre içinde bu değerlerin ortadan kalkacağını vurgulamıştır. Bu değerlerin ortadan kalkması da tarihi ve kültürü ne kadar eskiye dayanırsa dayansın o toplumun, milli ve manevi tüm bağlarının parçalanmasına, anarşinin hortlamasına ve toplumun bölünmesine hatta o toplumun tarih sahnesinden silineceğini her fırsatta vurgulamıştır.

   Son olarak da Atamızın, İslam dininin tamamen ilme ve mantığa uygun mükemmel bir din olduğunu vurgulayan  ve dine verdiği önemini belirten sözleri ile yazımı bitirmek istiyorum:

   "Bizim dinimiz en makul ve en doğal bir dindir. Ve ancak bundan dolayıdır ki son din olmuştur. Bir dinin doğal olması için akla, tekniğe, ilme ve mantığa uygun olması gerekir. Bizim dinimiz bunlara tamamen uygundur. ... İslam'ın sosyal hayatı içinde hiç kimsenin, bir özel sınıf halinde varlığını sürdürme hakkı yoktur. Kendilerinde böyle bir hak görenler dini kurallara uygun harekette bulunmuş olmazlar. Bizde ruhbanlık yoktur, hepimiz eşitiz ve dinimizin kurallarını eşit olarak öğrenmeye mecburuz" (Atatürk"ün Söylev ve Demeçleri, 1959, c.2, s. 90)

   "Türk Milleti daha dindar olmalıdır, yani bütün sadeliği ile dindar olmalıdır demek istiyorum. Dinime, bizzat hakikate nasıl inanıyorsam, buna da öyle inanıyorum."