16 Mayıs 2011 Pazartesi

PEMBE PABUÇLAR BİR PSİKOLOĞUN ANILARI- CAN HİKMET DEĞİRMENCİ



Yeni yazarlar tanıma serüvenimin devam ettiği şu günlerde bir kitap dikkatimi çekti. Aslında kitabın ismine bakarak ne anlattığını anlamak hiç zor olmasa da kitabı okumam gerektiğine dair bir istek uyandı içimde… Kitabı satın almadan önce yazar hakkında kısa bir araştırma yapmak istedim; fakat yazarımıza dair internet üzerinde herhangi bir bilgiye ulaşamadım. Bu durum canımı biraz sıksa da kısa araştırmam beni oldukça şaşırtmıştı. Yazarın ilk defa bir kitabını okuyacaktım; ama Can Hikmet Değirmenci’ ye ait yayınlanmış birçok kitap vardı. Üstelik bunlar şiir, deneme, roman, anı, mektup, kişisel gelişim ve satış pazarlamaya dair ondan fazla kitaptı.


Can Hikmet Değirmenci ile tanışmak da biraz geç kaldığımı düşünerek Pembe Pabuçlar Bir Psikoloğun Anıları adlı kitabını alıp okumaya başladım. Konusu tahmin ettiğim gibi bir psikologun hastaları ile yaşadığı olayları kaleme almıştı. Eşinden ayrılmış bir adam ve kızına hem annelik, hem babalık hem de arkadaşlık, dostluk eden bir babanın yaşamından kesitler sunuyordu bizlere. Psikologumuz bir hastası ile gönül ilişkilerine başlıyor, aynı zamanda kendi kızı da sevdiği erkek ile evlilik planları yapıyor. Kızını bir başkası ile paylaşmama isteği ve sevdiği kişi ile gelecek kurma arzusu arasında sıkışıp kalıyor. Romanın sonunda ise bir hastasının kıskanç eşi tarafından silahlı saldırıya uğrayıp ağır yaralı olarak psikologumuz hastaneye kaldırılıyor. Hastanede kendisini ziyarete gelen sevgilisi ile sonsuza kadar ayrılmamayı düşünerek psikologumuza dair olaylar son buluyor.

Kitaptaki kurgu oldukça basit olup merak unsuru neredeyse hiç yer verilmemişti. Yazarımızın kullandığı dil ise oldukça sade ve edebi bir tat verecek türden değildi. Tasvir ve tahliller de öylesine azdı ki sanki bir gazetede üçüncü sayfa haberleri gibi sıradandı. Yazarımızın yaptığı yazım yanlışlarının çokluğu ise acemi bir kişinin çalakalem yazdığı yazılar gibiydi. Üstelik romandaki kişiler de oldukça az olduğu için yazarımız bunu ne kadar roman diye nitelese de ben bunu hikaye kategorisine yerleştirmeyi uygun görüyorum.

Can Hikmet Değirmenci ile geç de olsa kötü bir eser sayesinde tanıştım. Eseri, eserdeki dili ve kurguyu beğenmediğim için kimseye tavsiye edemesem de elimde bu kitabı gören bir arkadaşım okumak için istedi. Kitabı geri verirken çok güzel bir eser olduğunu, yazarın dili ve anlatımına hayran kaldığını ve başka arkadaşlarına da tavsiye ettiğini dile getirdi ve son olarak da yazarın başka eserlerinin olup olmadığını sordu. Bu olay karşısında oldukça şaşırdım ve yazar hakkında yanılmış olabileceğimi düşündüm. Ne de olsa yazarımıza ait yayınlanmış birçok kitap vardı ve üstelik okunan, beğenilen bir yazar olmasa bu kadar çok eser kaleme almazdı diye düşündüm ve kendi kendime Can Hikmet Değirmenci’ ye ait bir kitap daha okuyup ondan sonra mı yazar hakkında bir kanıya varsam diye de düşünmeden edemedim.

Aslında bu kitap sayesinde ben zevkler ve renkler tartışılamayacağını ve edebi zevkinde kişiden kişiye değişebileceğini bir kez daha hatırlamış oldum.

BİR BİLGENİN NOT DEFTERİNDEN GÜNEYDOĞU/ BİLAL CİVELEK


Kapak resminden hiçbir anlam çıkartamadığım; fakat kitap ismini okuyunca gözümün önünde bir anda canlanan ak sakallı bir dede ile buluşma ümidi ile kitapçı rafında duran kitabı hemen elime alıp incelemeye başladım. Özellikle benim için yeni bir yazar, yeni bir yorum olması nedeni kitabın arka kapağındaki yazıyı dikkatlice okudum. Yazarımızın öğrenciliğin bir meslek olup olmadığına dair soru sorması ve bu soruya da kendisinin çok güzel ve etkileyici cevaplar vermesi ile kitap oldukça ilgimi çekti. Özellikle de okuyuculara hitaben “Şimdiden ne biçim kitap bu diyorsan sevgili dostum bu kitabın kapağını bile açmadan aldığın yere koy. Sana yan etkisi olabilir ya da dokunabilir.” Şeklindeki mizahi unsurla yüzümdeki tebessüme engel olamadan ve yazar hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadan bu kitabı aldım.


Yazarımız, kitabın önsözünde Habil ile Kabil’in kavgasını anlatarak insanlığın ilk kavgasından güzel bir örnek ile kitabın konusunun kavgalara ve savaşlara dayalı olduğuna dair ilk sinyalleri vermiş. Daha sonrasında sırayla Çanakkale, Kurtuluş Savaşını ve günümüz Türkiye’sinin içinde bulunduğu terör sorununu ele almış. Son olarak da yazarımızın Son Saadet Çağı diye adlandırdığı bir çağ ile Türklerin yeniden dünya sahnesinin başköşesine oturacağı, insanlığın uzun bir süre huzurlu bir süre yaşayacağını ve uzun sürenin de dünyanın yok olmasıyla sona ereceğine dair sözlerini okuyunca kitap benim için daha bir önem kazanmıştı.

Olaylar 12 Eylül 1980 darbesinin olduğu günlerde bir çocuğun dünyaya gelmesi ile başlıyor. Dünyaya yeni gelen bu bebeğe, kendini birçok alanda güzel bir şekilde yetiştiren bilge kişi Fevzi Bey tarafından Mustafa Fatih ismi veriliyor. Mustafa Fatih, oldukça zeki ve çalışkan biridir. Fevzi Bey, çocuktaki bu yetenekleri fark edip sık sık onunla sohbet ediyor ve onun kendini geliştirmesi için elinden geleni yapıyor. Romanda zaman hızla geçiyor ve Mustafa Fatih kendini çok güzel yetiştirip iyi bir eğitim alıyor ve önce milletvekili sonra başbakan gibi önemli görevler geliyor. Tabi ki bu günlerde ülkenin durumu çok karışıktır ve Mustafa Fatih bir kurtarıcı gibi ülkemizin imdadına yetişiyor. Kürtlere birçok haklar verilmiş onlarda kendi devletlerini kurmak için batı ülkelerinden yardım almaktadır. Kürtler doğudaki halka zulmederek halkı yıldırma, korkutma ve batıya göç ettirmektedir. Nihayetinde Kürtler güneydoğu bölgemizi ele geçiriyor. Türkiye ‘deki tüm Kürtler tüm işini gücünü bırakıp Türkiye Cumhuriyeti ile tüm ilişkilerini keserek o topraklara gönderilmesi planlanıyor. Zamanında PKK’yı maddi ve manevi destekleyen Kürt iş adamları ve devlet memurlar bu durumdan zarar göreceklerini geç de olsa anlayıp pişman oluyor. Ayrıca Kürt yöneticilerin kendi halkı saydığı o topraklardaki herkese de eziyet ediyor olması ile de Kürtler yaptıklarına pişman olup tekrar Türkiye Cumhuriyetine bağlı bir millet olmayı istiyor.

19 Mart 2015 tarihinde Mustafa Fatih’in isteği ile savaş başlatılıyor başta Amerika ve Avrupa ülkeleri olmak üzere Kürt liderlere de Türk devletinin büyüklüğü, askerinin cesareti, komutanlarının zekası ve Türk2ün gücünü bir kez daha kanıtlanıyor ve Diyarbakır halkının ellerinde Atatürk porteleri ve Türk bayrakları ile bağımsızlığın sevinci ile yürüyüş yaparken kitap son buluyor.

Yazar oldukça yalın ve anlaşılır bir dil kullanmış, kitaptaki olaylar oldukça güzel kurgulanmış, gerçi yazarımız ele aldığı bazı olaylar okuyucuyu sıksa da okunmaya değer bir kitap olarak görüyorum. Bir de yazarın kitabın sonuna eklediği faydalanılan kaynaklar bölümü de bu eserin büyük uğraşlar sonunda yazıldığını gösterir nitelikte.

Bu eseri özellikle ülkemizi bölmek isteyen zihniyetlere tavsiye ediyorum. Kavgayla yoklukla, pişmanlıkla yaşayacaklarını bir hayat için mücadele etmeye değmeyeceği için bu güzel topraklarda kardeş ve dostluk içinde yaşamanın güzelliğinin tadını yaşasın ve yaşatsınlar.