22 Ekim 2010 Cuma

PATASANA

            Yine Ahmet Ümit, yine cinayet ve yine büyük bir zevkle okuyup elinizden bırakamayacağınız büyük araştırmalar sonucu kaleme alınmış ender kitaplardan biri.
            ‘’BEN ZALİMLER ÇAĞINDA YAŞAMIŞ BİR ALÇAKTIM’’ diye kendini tanıtan Hititli bir başyazmanın adından almıştır kitap ismini.
Patasana adlı bu yazman, tabletlere çocukluğunu, ailesini, gençliğini, aşkını ve yaşadığı dönemin sosyal ve siyasal olayları tarihi olaylarla bağdaştırarak dile getirmek istemiş. Kralın bilgisi olmadan saray yazmanları tabletlere yazı yazamadığı için. Patasana, bu tabletleri gizlice yazmış ve kimsenin bulmaması için de saklamıştır Bu yüzden asırlarca gün yüzüne çıkamamıştır bu tabletler
Patasana’yı tabletleri yazmaya sürükleyen neden kendisini suçlu hissetmesidir. Ayrıca Patasana.devletin yanlışlarını dile getirmek istemesi ve en önemlisi de insanlar arasında kötülüklerin, kavgaların, savaşların son bulmasını amaçladığı için bu tabletleri yazdığını dile getirir
Hititler döneminden bu yana gün yüzüne çıkarılmayan, tarihin ilk tanıkları olabilecek bu belgeleri kazılarla ortaya çıkaran birkaç arkeologun yaşadıklarını ve bu arkeologların çevresinde meydana gelen esrarengiz cinayetleri okurken nefes almaya bile çekineceğiniz harika bir kitap.
Arkeologlar, Patasana’ya ait tabletlerin bir bölümünü çıkardıktan sonra cinayetler işlenmeye başlar. Cinayetler, başta Patasana’nın laneti olmak üzere farklı biçimlerde yorumlanır bu da arkeologların arasında huzursuzluklara neden olur. Romanda Hititler dönemi Patasana’nın ağzından, arkeologların öyküsünün anlatıldığı bölüm ise Esra ağzından anlatılır.
            Romanın geçtiği mekanlara şöyle bir göz atarsak Anadolu’nun güneydoğusunu içine alan ve tarihte Mezopotamya olarak da anılan yerdir.
Ahmet Ümit Hititler döneminde yaşanan iç çatışmalarla Ermeni sorunlarının yaşandığı dönemi ve Türkiye’nin son yirmi yılda tanık olduğu terör olaylarını ilişkilendirerek bu yörede süre gelen savaşların, kavgaların nedenini anlamaya ve anlatmaya çalışıyor aslında. Kitabın bitişi ve cinayetlerin çözülüşü de o kadar şaşırtıcı ki bir nevi Ahmet Ümit'in her kitabında olduğu gibi okuyucu yine ters köşeye yatırdı ve katili hiç beklenmedik bir kişi olarak karşımıza çıkarttı diyebilirim.

Ülkemizde de iyi polisiye roman yazılacağını kanıtlayan genç bir yazarımız Anadolu’nun güneydoğusunda yakın zamana kadar yaşananlarla üç bin yıl önce yaşananlar arasındaki benzerlikler üzerine kurduğu romanı "Patasana" ilginç kahramanları, yarattığı gerilim atmosferi ve entrikalarıyla okuyucunun elinden düşüremeyeceği bir polisiye
kitaptır. Başından sonuna kadar nefesinizi tutarak okuyacağınız ender kitaplardan biri. Yazarımız her şeyi o kadar akıcı, o kadar düzgün anlatılmış ki okurken olayları yaşamış gibi hissediyor ve adeta üç boyutlu bir filmin içerisindeki bir oyuncuymuş gibi etkileniyorsunuz. Tüm kitapseverlere tavsiye ediyorum.

6 Ekim 2010 Çarşamba

PİRAYE



   ‘’Piraye’’ adlı kitabı kitapçı raflarında görmeye başladığım ilk günden itibaren merak ettiğim tek şey Piraye ‘nin ne demek olduğuydu. Aslında kitabı okumamda ki en büyük etkendi de Piraye adının bende uyandırdığı heyecanın gizemini çözmek.


    Kitabı alıp otobüse bindiğim an kendime oturmak için bir yer ararken arkalarda yaşlı bir teyzenin yanında boş bir koltuk gördüm. Arkaya doğru hızlı adımlarla yürürken otobüsteki yorgun insan halleri de gözümden kaçmadı. İnsanlardaki bu yorgunluk ve yılgınlığa karşılık bende yeni bir kitaba başlamanın, yeni hayatlar tanıyacak olmanın verdiği küçük bir heyecan vardı. Şimdi güzel bir yer bulmanın da verdiği rahatlık ile hemen, yeni aldığım Piraye’yi okumaya başladım.

 Genç ve güzel Piraye, özgürlüğüne düşkün, eşitlikten, haktan yana olan diş hekimliği fakültesinde okuyan zeki bir kızdır. Piraye adının nereden geldiğini ve pirayenin ne olduğunu daha ilk sayfalarda öğrenip kitabın adına dair merakım bitse de kitap elimden düşüremeyeceğim kadar sürükleyiciydi.

   Piraye adını Nazım Hikmet’in eşinden almıştır. Genç kızın babası elinden kitap düşmeyen, aydın bir insandır. Kızlarına Nazım Hikmet’in karısının adı olan Hatice Piraye ‘yi koyar. Bir kızına Hatice, diğer kızına Piraye ismini veren bir baba; o dönemin yasaklı şairine olan sevgisini de gözler önüne sermektedir.

  Roman, Piraye’ nin aile, okul, arkadaşlık, aşk ve evliliği üzerine kurulmuştur. İdealist ve eşitlik yanlısı olan bir kızın aşkı, evliliği ve sonrada çocuğu için nelerden vazgeçebileceğini bizlere gösterirken roman kahramanımıza kimi zaman kızıyoruz, kimi zaman onun için üzülüyoruz kimi zamanda ona ‘’aferin sana’’ diyoruz. Piraye herhangi biri gibi gelse de aslında tanıdığımız, hem de çok yakındandan tanıyıp değer verdiğimiz bir kişi gibi romanın başından sonuna kadar sizin duygularınıza yön veriyor.

   Yazarımız Canan Tan, aslında roman kahramanının yaşantısına bir kadın duyarlılığı ile yaklaşıyor. Özgürlüğe düşkün olan kızımız Piraye, çok sevdiği Haşim ile evlenip Diyarbakır’a gelin gitmesi orada önce özgürlüğünden taviz vermek zorunda kalması sonrası mesleğini icra edememesi sonra çok sevdiği kocasından şiddet görmeye başlaması ve üzerine gelecek kumaya engel olamamasını okurken içiniz acıyacak. Kimi zaman Piraye’ye, kimi zaman Haşim’e kızsak da asıl törelerin acımasızlığı karşısından en idealist insanların bile çaresiz kalışı içimizi yakacak.

Büyük bir merakla aldığın ve eve kadar dayanamayıp otobüste okumaya başladığım bu kitabın son sayfalarında yatağıma uzanmış ve Piraye’nin başına gelen olayları hem çaresiz bir şekilde okuyor hem de kendi kendime bitmesin bu kitap diyordum. Sonu böyle bitemez bitmemeli derken acı sonun bir tokat gibi okuyucunun yüzüne inmesinden midir bilmem kitabın etkisinden günlerce kurtulamıyor okuyucu….



ROMANTİZM VE ÖLÜM (2)




        Günümüzde izlenme rekorları kıran, birçok kişiyi ekranlara bağlayan dizilerden biri de Halit Ziya Uşaklıgil’in Aşk-ı Memnu adlı eseriydi. Birçok kişi kitabı okumasa bile bu diziyi izlemiş ve romantizm akımına ekranları karşısında nefes tutarak şahit olmuşlardır. Bu Adnan Bey; oldukça varlıklı, orta yaşlı kibar bir beyefendidir. Kendisinden yaşça küçük olan güzel ve alımlı bir kız olan Bihter ile evlenir. Bihter, zamanla kocasının yeğeni olan Behlül’e aşık olur ve kocasından habersiz bir şekilde Behlül ile vakit geçirmeye başlar. Behlül, ise Adnan Bey’in kızı Nihal ile evlenme planları kurmaktadır. Adnan, kızının düğün hazırlıkları yapılırken Bihter ile Behlül arasında yaşananları öğrenir ve Bihter’den boşanmaya karar verir. Yasak aşkları ortaya çıkan Bihter'in  intihar etmesi ve Behlül’de evden kaçmasını izleyen birçok kişi gözyaşlarına hakim olamazken romantizm akımının etkilerini üzerilerinden günlerce atamazlar..

        Mehmet Rauf ‘un Eylül adlı Türk edebiyatının ilk psikolojik romanı da acı sonla bitmektedir. Süreyya Bey ve Suat Hanım beş yıllık evlidir. Süreyya’nın en iyi arkadaşı olan Necip, bu çiftin aile dostu olmuştur. Necip, Suat Hanım’a büyük bir saygı duyar. Necip Bey ve Suat Hanım zamanla birbirini sevmeye başlar. Bu aşk çok büyüktür; fakat Süreyya Bey’e ikisi de ihanet edebilecek bir yaratılışta değildir. Bir gün köşkte yangın çıkar ve Suat o yangının ortasında kalır. Necip Bey, sevdiğini kurtarmak için içeri girer; fakat ikisi de yangında ölür.

5 Ekim 2010 Salı

BAKIŞ AÇISI

(MEVLANA VE HACI BEKTAŞİ VELİ HİKAYESİNDEN)

Bir adam kötü yoldan para kazanıp bununla kendisine bir inek alır. Neden sonra, yaptıklarından pişman olur ve hiç olmazsa iyi bir şey yapmış olmak için bunu Hacı Bektaşi Veli’nin dergahına kurban olarak bağışlamak ister. O zamanlar dergahlar aynı zamanda aşevi işlevi görüyordu. Durumu Hacı Bektaşi Veli’ye anlatır ve Hacı Bektaşi Veli helal değildir diye bu kurbanı geri çevirir. Bunun üzerine adam Mevlevi dergahına gider ve aynı durumu Mevlana’ya anlatır. Mevlana ise bu hediyeyi kabul eder. Adam aynı şeyi Hacı Bektaşi Veli’ye de anlattığını; ama onun bunu kabul etmemiş olduğunu söyler ve Mevlana’ya bunun sebebini sorar.

Mevlana şöyle der:

– Biz bir karga isek Hacı Bektaşi Veli bir şahindir. Öyle her leşe konmaz. O yüzden senin bu hediyeni biz kabul ederiz; ama o kabul etmeyebilir.

Adam üşenmez kalkar Hacı Bektaşi Dergahı’na geri gider ve Hacı Bektaşi Veli’ye, Mevlana’nın kurbanı kabul ettiğini söyleyip bunun sebebini bir de Hacı Bektaşi Veli’ye sorar.

Hacı Bektaşi da şöyle der:

– Bizim gönlümüz bir su birikintisi ise Mevlana’nın gönlü okyanus gibidir. Bu yüzden, bir damlayla bizim gönlümüz kirlenebilir; ama onun engin gönlü kirlenmez. Bu sebepten dolayı o senin hediyeni kabul etmiştir.

4 Ekim 2010 Pazartesi

DÜN, BUGÜN VE YARIN...

Yaza veda etmeye başladığımız ve sonbaharın kendisini iyiden iyiye hissettirmeye başladığı soğuk bir gün ve sabahın yedisi daha da kötüsü saatimin alarmı çalıyor. Şu an için duymak isteyeceğim en kötü ses diye olumsuz bir düşünce ile başladım yeni güne. Kahvaltı masasına oturduğum an bir gün boyunca yapmam gereken rutin işleri düşündüm, sonra ertesi günü, sonra ertesini derken kendimi mutsuzluğun acımasız ellerine teslim etmeye başladım. Bugün yaptığım işlerin aynısını yarın da yapacağım, sonrasında da aynı şeylerle meşgul olacağım. Kısaca her günüm bir öncekinin aynısı olacak… Böylesine kendimi olumsuzluklarla doldurarak başladığım yeni günde güzel bir şeyin olmasını beklemek büyük bir yanlışlıktır her halde diye düşünerek üzerime bir hırka alarak hızlı adımlarla çıktım evden.

Sokağa kendimi atıp otobüs beklemeye başladığım an ayaklarımın altında sararmış ve biraz yıpranmış sayfalarıyla eski bir gazete parçası dikkatimi çekti. Kimi yerleri silinmiş veya yırtılmış gazeteden okuyabildiklerim şunlardı:’’ Mutlu olmanın bir yolu da pozitif düşünmektir. Her olaya, her şeye olumsuz bakmak insan sağlığını bozar. Stresten uzak durmak istiyorsanız, hayata sürekli olumsuz bakan negatif insanlardan mümkün olduğunca uzak durun. Bu sizin için daha iyi olacaktır.’’

Otobüse bindiğim an okuduklarımı düşünmeye başladım. Bu sabah ben kendime ne kadar çok zarar vermiştim ve vermeye devam edecektim. Çünkü olumsuzlukla başlanan bir günde güzel bir şeyin olmayacağına da kendimi inandırmıştım. Hemen negatif düşünceleri zihnimden silip pozitif düşünmeliyim derken karşı koltukta oturan ellili yaşlarda, zayıf bir adam dikkatimi çekti. Adamın üzerinde yazdan kalma ince bir tişört, ayağında bir tarafı kopmak üzere olan terlik, elleri ise soğuktan mı, çalışmaktan mı çatlamış bilmiyorum. Şimdi karşımda bu adamı görerek ne kadar pozitif düşünebilirim ki derken içimde bir sızı hissettim. Adamın zavallı halimiydi beni üzen, kendi halime şükretmeyişim mi, bardağın dolu tarafına bakamayışım mıydı bilmiyorum.

Her insanın farklı bir yaşamı, farklı şeylerle mücadelesi vardı. Kimi bir dilim ekmeğe, bir ayakkabıya, bir kazağa, kimi para kazanabileceği bir işe, kimi sıcak bir yuvaya, kimisi yanı başında sıcak bir nefese veya en önemlisi sağlıklı bir yaşama muhtaç olarak yarından bir şeyler umarak yaşarken ben yarınlarımın aynı olmasından şikayetçiydim. Kendimi şöyle bir düşündüm ne bir dilim ekmeğe, ne hırkaya, ne de sıcak bir yuva ne de bir işe ihtiyacım vardı. Benim tek eksiğim bardağın dolu tarafına bakmayı bilmeyişim, pembe bir gözlük ile hayata ve yarınlara sıkı sıkı sarılmayışımdı. Şu anda benim acilen yapmam gereken şey yarınları farklılaştıracak kişinin yine ben olduğumu bilerek, bugünü dünden farklı kılacak bir şeyler yapmak için harekete geçmektir.

Otobüsten inmek üzere ayağa kalktığımda kafamdaki tek düşünce şuydu: ‘’Bugünün dünden daha güzel olup yarınların da bugünlerden daha güzel olacağıydı.’’













1 Ekim 2010 Cuma

ROMANTİZMİN VE ÖLÜM (1)

18. yüzyılda Fransa’da doğan bu akım 19.yüzyılda tüm Avrupa’ya yayılmıştır.

Romantizmi benimseyen sanatçılarda dizginlenemez bir duygu, coşku ve hayal vardır. Bu coşkularını toplumu eğitmek için bir araç olarak kullanmışlardır ve sanat toplum içindir anlayışı ile eserler vermişlerdir. Romantizmin etkisi ile eser veren yazarlar, kahramanlarını tek yönlü ele alırlar yani kişi ya iyidir ya da kötü. Roman bu ikisinin çatışması üzerine kurulur. Eser sonunda iyiler ödüllendirilir ve kötüler mutlaka cezalandırılır.

Türk edebiyatının romantizm ile tanışması Tanzimat Fermanı ile başlar. Bu dönemde batı edebiyatlarından birçok yeni edebi türler alınmıştır. Önceleri çeviriye ağırlık verilmiş, sonrasında da taklit yolu ile yeni eserler yazılmıştır. Duyguların ön planda olduğu eserlerde iyiler her zaman iyi, kötüler ise her zaman kötü düşüncesi bizim yazarlarımızca da benimsenmiştir. Bu dönem edebiyatımızda dikkati çeken bir diğer nokta ise ölüm temasıdır. Neredeyse her eserde ölümün soğuk yüzü karşımıza çıkar. Eserin kahramanı ya sevdiğini öldürür ya sevgilisinin verem olması, intihar etmesi gibi bir ölüm ile sarsılır. Yani Azrail, roman kahramanlarının yanından bir an olsun ayrılmaz.

Tanzimat ile sanatımızda görülmeye başlayan, romantizm akımının etkisi ile yazılan eserlerimizden sonu ölüm olanlara şöyle bir göz attım. Bunların içerisinde sadece evliliklerine ve aşklarına ölümle son verenleri bir gözden geçirdim.

Namık Kemal ‘in Akif Bey adlı oyununda bir deniz subayı olan Akif; Dilruba adında ahlak yönü zayıf bir kadın ile evlenir. Dilruba Hanım, çevresindekilere eşinin Sinop muharebesinde öldüğünü söyler ve yalancı tanıklar bularak bunu kanıtlar. Daha sonrasında başka biri ile evlenir. Akif Bey, bir süre sonra bunu öğrenir ve eşinden hemen boşanır ve biraz öfkeden, biraz sevgiden, biraz da öç almak amacıyla Dilruba Hanım’ ın evine gider ve Dilruba’nın kocası ile kavga eder ve kavga sonunda ikisi de ölür. Bu duruma çok üzülen Akif’in babası da Dilruba’yı öldürür.

Yine Namık Kemal’in Zavallı Çocuk Adlı oyununda da ölüm kavramı karşımıza çıkar. Ata, Halil Bey’in öksüz bir akrabasıdır. Bu yüzden Halil Bey tarafından eve alınır ve kızı Şefika ile birlikte onu da büyütür. Şefika bir zaman sonra zengin bir paşa ile evlendirilir. Fakat Şefika, Ata’ya aşık olduğu için mutlu değildir. Zamanla bu acıya dayanamaz ve hastalanıp yataklara düşmesinin ardından verem olduğu anlaşılır.O sırada tıbbiyede okuyan Ata hastalığı öğrenince okuldan izin alıp gelir. Şefika’nın ölmek üzere olduğunu görünce eczaneden aldığı zehri içer ve ikisi birlikte ölür.