28 Aralık 2010 Salı

YENİ YIL VE ÇAM AĞACI




Yeni yıl dolayısıyla çevremizde çeşitli kutlamalar yapılır. Bu kutlamaların bir vazgeçilmezi olup baş tacı edilen alışkanlık da sokakları, çarşıları, alışveriş merkezlerini ve en son olarak da evleri çam ağacı ile süslemektir. Şimdi yılbaşında çam ağacı süsleme âdeti nereden gelir diye merak ettim ve bir küçük bir araştırma yaptım ve bu araştırmama kendi yorumumu da katarak bloğumda paylaşmak istedim.

Yılbaşı günlerinde, evin bir köşesinde, minik bir çam ağacı bulundurmak ve onu süslemek âdetinin kökeninin Almanya olduğu ileri sürülür. 15. yüzyıldan sonra bu ağaçlara sadece meyve değil ekmek, bisküvi gibi yiyecekler de asılmaya başlanmış, Protestanlığın yayılması ile birlikte bunlara yanan mumlar da eklenmiştir. Adet Avrupa’ya yayılırken aynı zamanda göçmenler tarafından Amerika’ya da taşınmıştır. Hıristiyanlık öncesi zamanlara, hatta putlara ve doğaya tapınıldığı dönemlerde Mısır ve Çin uygarlıklarında da ağaç figürü kullanılmıştır. Fakat o devirlerde doğanın yeşilliği ve ağaçlar sonsuz hayatın sembolleriydiler. Zamanla Kuzey Avrupa ülkelerinin ‘karanlığın bitişi’ ayin ve kutlamaları, Hıristiyan dünyasınca Hz. İsa’nın doğum günü kabul edilerek -ki bu kesin değildir- Noel kutlamalarına dönüştürüldü. Bu arada ağaçlar, özellikle çam ağaçları bu kutlamanın simgesi olmaya devam etti ve günümüze kadar geldi. Şöyle bir baktığımızda bizim kültürümüzde çam ağacı süslemek gibi bir âdetin bulunmadığı açıktır. Farklı inanışlardan ve özellikle de Avrupa kültüründen ne kadar etkilendiğimiz ve benimsediğimizde bir gerçek.

Kendi araştırmam beni öylesine etkiledi ki ve bu kadar ayrıntıyı bu zamana kadar bilmediğim ve önemsemediğim için kendime kızdım doğrusu...Yılbaşı öncesi şöyle bir çevreme baktım sokakların, alışveriş merkezlerinin abartılı bir şekilde çam ağacıyla süslendiğini gördüm. Bu gördüklerimi yeni öğrendiklerimin ışığında değerlendirdiğim de gördüklerim beni gerçekten çok üzdü. Fakat biraz da özeleştiri yapmak gerekirse beni asıl üzen şey beş altı sene öncesi aldığım küçük bir çam ağacını süsleyip evimin baş köşesine koyduğum günleri hatırlamaktı. Cahilliğimden dolayı bu yanlışı yaptığım için kendime kızdım. Halbuki ben bu ağacı alırken de süslerken de farklı kültürleri benimsediğimizi hiç düşünmemiştim, sadece eğlence olsun diye yapmıştım, hem herkes yapıyordu kendimi savunmaya çalışsam da  daha kötü duruma düşüyorum aslında. Sözün özü farklı inanışları ne kadar özümsediğimiz de ortada demek olur herhalde...

Farklı kültürler ve inanışlardan uzak daha nice yıllar diliyorum herkese...

23 Aralık 2010 Perşembe

İSKENDER PALA VE ŞAH & SULTAN


Türkçeyi kullanma gücüne hayran olduğum Eski Türk edebiyatı profesörü İskender Pala’nın son kitabı olan Şah & Sultan raflardaki yerini almaya başladığı gün, okuyacağım kitaplar arasında yer almıştı. Tarihi bir kitap olduğuna dair aldığım bilgilere göre başladım kitabı okumaya.

Usta Yazarımız, dönemin önce şehzadesi, sonra da hükümdarı olan Selim (Yavuz Sultan Selim) ile İran Şahı İsmail’in hayatları boyunca birbirlerine karşı bitmeyen mücadeleleri, Alevilik - Sünnilik tartışmaları bahane edilerek kardeşin kardeşten nefret edip birbirini öldürmeye başladığı, Türk’ün Türk’e, Müslüman’ın Müslüman’a düşman kesildiği, iktidar hırsının gözleri kör ettiği bir dönemi, hükümdarların aşkını ve ödenen bedelleri yine harika bir dille, yine edebiyat profesörlüğünü kullanarak anlatmıştır.

Savaşlardan ziyade benim dikkatimi en çok çeken şey: Sonu gelmeyen kavgaların, dökülen kanların gölgesinde filizlenen öyle büyük bir aşk var ki bu kitapta… Okuyuculara aşkı sorgulatan, aşkın ne olabileceği, aşk uğruna nelerden vazgeçilebileceğini konusunda herkesi düşündürecek ve derinden etkileyecek bir aşk… Herkese karşı acımasız olan Şah İsmail’in sevdiğine karşı çaresizliğini, boyun eğmişliğini kimi zaman sevinerek kimi zaman da içiniz acıyarak okuyacaksınız. Saçının teline bile dokunmaya kıyamadığı, güzelliği dillere destan olan Taçlı Hatun’u savaş meydanında bırakıp kaçmak zorunda kalmıştır. Şah İsmail’e, Selim’e savaş meydanında yenilmekten daha ağır gelmektedir, sevdiğinin düşman elinde olması.

Kendini asla affetmeyen Şah’ın pişmanlıkları, önce onun hırsını, amacını almış ve nihayetinde kendini içkiye verip çok genç yaşta hayata gözlerini yummuştur. Yavuz Sultan Selim ise esir düşen Taçlı Hatun’u görür görmez ona âşık olur; ancak gururundan dolayı ona yanaşamaz, aşkını içinde yaşar. Selim, vücudunda çıkan kötü huylu bir çıban yüzünden genç yaşında Şah İsmail gibi hayata veda eder. Son nefesini vermeden Taçlı’ ya olan sevgisini bir kâğıda döker. Kitabı şaşırtıcı birçok olayı okuyarak, biraz da içiniz acıyarak sonlandırırsınız.

Cesaretleri, acımasızlıkları, aşkları ve daha birçok özellikleri ile birbirine benzeyen hükümdarların ölümlerinin de genç yaşta ve ardı sıra olması kaderin veya tarihin bir cilvesi olduğunu düşünerek ve okuduklarınıza dair yorumlar yaparak kitaba veda edersiniz.

Kitapta kavgaların, savaşların olduğu bölüm ile ilgili farklı yorumlar yapılsa da, Alevi veya Sünniler tarafından çok fazla eleştirilse de Çaldıran diye bir savaşın olduğu ve bu savaşta Alevi ve Sünni Müslümanların karşı karşıya gelip Türk’ün Türk’ü, Müslüman’ın Müslüman’ı vurduğu bir gerçektir. Geri kalan kısma baktığımızda ise roman bir tarih kitabı değil ki her şeyi olduğu gibi aktarsın. Tabiî ki hayal olacak ve tabiî ki yazar kendinden bir şeyler katacaktır diye düşünüyorum.

Yazarımızın da dediği gibi “Ne Şah kalır ne Sultan. Kalıcı olan kardeşliktir, birliktir. Dildir, inançtır, kültürdür. İktidar kavgalarıyla, tarihte karşı karşıya getirilmiş, birbirine küstürülmüş insanlar hakikatte dün de bugün de birbirlerinin kardeşleridirler.

20 Aralık 2010 Pazartesi

KUŞLAR VE OYALAR CENNETİ NALLIHAN


Ormancılık Haftası nedeniyle Kırsal Çevre Derneği ile Nallıhan Turizm Gönüllüleri Derneği’nin düzenlediği bir geziyi paylaşacağım. Nallıhan Kaymakamlığı ve Belediyesinin desteği de söz konusuydu. Özelliklede Turizm Gönüllüleri Derneği Başkanı Mustafa Bektaş Bey'in içten davetiydi. Biz daha önce Nallıhan’a Toprak Ekolojisi kursuna gidecektik; ama olmamıştı.Daha önce Mudurnu’ya giderken sadece yol manzaralarını gördüğüm Nallıhan’ı çok merak ediyordum.Toprak rengi ve konumu Kapadokya’ya benzeyen Çayırhan’ın da bazı yerleri beni büyülemiştir.

Sabah 7.30’da yola çıktık. Ben Gülsen ve Yavuz ve başka dört arkadaş Optimum Alışveriş Merkezi önünden otobüslere bindik. Ayaş’ta derneğimizin ikramı sıcak poğaçalarla birlikte çaylarımızı içtik. Beypazarı’nı geçtik ve nihayet 9.30 ‘da Çayırhan Belediyesine geldik. Önce hamam ve caminin yapıldığı beldelerden bu kalıntılar sular alçaldığında Roma’dan kalma kaya mezarları görülebiliyormuş. Baraj üzerinde yer alan kuş cennetinin manzarası muhteşemdi. Günün her saati dağların göle yansıyan renk cümbüşü farklıymış.Biz sadece 9.30’da gördük.Bu bölgeyi gezebilmek için 3 gün gerekliymiş.

Bu baraj tekne ile 7 buçuk saatte gezilebiliyormuş. Türkiye’nin ilk hidrolik ve yer yer yeşil ekilmiş alanların görüntüsü çok güzeldi. Çayırhan’dan Sarıyer Belediyesi yol ayrımına gelindiğinde yolun solu Eskişehir’e gidiyor. Nallıhan Eskişehir arası 100 km imiş. İç Anadolu bozkırından Karadeniz yeşiline geçtiğimizi görüyoruz.

Eskişehir yolu tarafında(Mıhalıçak yol)Ermem Sultan Köyü varmış ve Yunus Emre’nin (hocası şeyhi)Tapduk Emre Türbesi bu köydenmiş.

Toprağın belirgin özelliği kırmızıya çalan kiremit rengi olmasıydı. Yer yer ekilmiş yeşil alanlarda arada muhteşem bir görüntü sunuyordu. Bu bölgenin sebzeciliği bol; ama İstanbul bölgesine gittiği için Ankara’da bu sebzelerden göremiyoruz

Sarıçalı Dağı bölgenin en yüksek yeri ve karlar üzerinde en yaşlı karaçam ve sarıçamlar bu bölgede olduğu için koruma altına alınması düşünülüyor. Çevresi 7 buçuk metre olan devasa bir fındık ağacıda var bu dağda. Sarıçalı Dağı’nda rakım 1.740 metreye kadar çıkarken Sakarya Nehri vadisinde ise rakım 250 metreye kadar düşer. Akdeniz, Karadeniz ve İç Anadolu iklimini bir günde görebilirsiniz bu şehirde

Saat 13’te Uluhan Ziyaret Mezarlığına vardık ve daha sonra köylüler ve yaşlı ormancılarla buluştuk. Uluhan da ipek yolu üzerinde ve bu sırasıyla Selçuklu döneminde yapılan bu hanların arası 30-40 km bir günlük yürüme mesafesinde Anıt ağaçları inceleyerek hocalarımız ve yöre halkı tarafından bilgilendik. Daha sonra Beycik Ormanları’na vardık ve buradaki muhteşem anıt ağacı gördük. Bu bölgede daha önceleri 80 orman işçisi çalışırmış özelleştirmeden dolayı şimdi 5 kişi kalmış.

Artık öğlen olmuştu. Karacasu Köyü’nün yemek daveti üzerine bu köye gittik. Açık hava, bahçe içinde, isteyen minderlerde oturarak gözleme ve nefis ayrandan oluşan yemeğimizi yedik. Benim gibi çoğunluğun aklında bu köye mutlaka bir daha gelmeliyim ve kapalı okulları değerlendirilerek oluşturulan bu misafir evlerinde kalmalıyım düşüncesi oluştu sanırım. Köylülerin yöresel ürünler sergisi de çok doğaldı. En çok pembe renkli tarhanasını sevdim.

Nallıhan Kültür Merkezi’ne vardıktan Orman İşletme Şefliğinin ve katılım az da olsa köy muhtarlarının konuşma yaptığı panel ve yöresel ses sanatçısının müzik ziyafeti enfesti. Panelde bu günün ağaç bayramı veya fidan dağıtma günü olmadığı, ormancılık politikaları ve küresel ısınmanın ormanlarla azaltılacağı vurgulandı. 1980 yılından sonra ormanların korunma anlayışından uzaklaşıldığı ve ormanların yeni getirim alanı olduğundan bahsedildi.

Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’nde bir sincabın Eskişehir’den Tokat’a kadar ağaçlar üzerinden zıplayarak gittiğini duyunca ormanlarımızı ne çabuk katlettiğimizi görünce önce kendim, sonra tüm insanlık adına çok üzüldüm.

Nallıhan şehir içerisinde kısa bir tur yaptık. Şehre ismini veren 1595 yılında Nasuh Paşa tarafından yaptırılan Kocahan’ın olduğu çevreyi, dokuma atölyelerini ve iğne oyası satan dükkanları gezdik.

Hoşebe adı verilen mesire yerinde dolaşırken hava artık kararmak üzereydi. Hemen yakınındaki Akdere Köyü’ne geldik ve ben hava kararmadan bu köyün fotoğraflarını çektim.

Bu köyde de bir akşam yemeğine davet edilmiştik. Konukevi mimarisi, dekorasyonu ortada yanan soba ve üzerindeki çay hayallerin ötesindeydi. Yemeklerde tarif edilemeyecek kadar güzel ve boldu. Baklava ve yaprak sarmasına da diyecek yoktu.

Nallıhan Turizm Gönüllüleri Derneği’ne emeği geçen Başta Mustafa Bey olmak üzere tüm çalışanlarına teşekkürler bize unutamayacağımız bir gün geçirttikleri için.Ayrıca gönüllü ve içten bir şekilde rehberlik yapan emekli öğretmen Mehmet Özbeki tanıdığıma onlar gibi insanların olduğuna çok sevindim.

Bu geziden sonra gönülden Nallıhan’ı bilmeyen herkese anlatıyorum ve tavsiye ediyorum. Artık nerde bir fuar görsem onların standını ilgiyle geziyorum. Yöresel ürünlerinden tarhana, kurutulmuş domates ve elma, kuru üzüm ve pekmez tercihlerim arasında.

Çağdaş sanatlar merkezindeki Turizm Gönüllüleri Derneği'nin fotoğraf sergisinde bu duygularımı güncelledimİğne oyası kolyem de taktığım zaman arkadaşlar arasında çok ilgi çektiğini de belirteyim.

Ormancılık Haftası dolayısıyla Atatürk’ ün AOÇ(Atatürk Orman Çiftliği) için söylediği bir sözle bitireyim:

“Yeşil görmeyen gözler renk zevkinden yoksundur. Öyle bir ağaçlandırın ki gözleri görmeyenler bile etrafın yeşil olduğunu görsün”

                                                                            FATMA GÖKMEN

18 Aralık 2010 Cumartesi

BENDEKİ KONYA AŞKI

Ders : Hayat Coğrafyası

Konu : Aşk İkliminin Özellikleri

Ödev : İklimin Konya’da Etkisinin Konu Özeti





Coğrafya derslerimizde hiç unutamadığımız karasal iklimin özellikleri aklımıza mıh gibi çakılmıştır.

Yazları sıcak ve kurak, kışları soğuk ve kar yağışlı Konya’yı özetleyen bambaşka bir cümle...
Kuraktır Konya’m... Aşk-a hiç doyamamıştır. Tıpkı toprağının yağmura hasret kaldığı gibi özlemektedir Mevlana’sını insan hiç sevdiğine doyar mı?

Sıcaktır Konya’m... Aşk-ı ile yanmış bir gönülden alır sırrını, yakmaz güneşi; tebessüm eder, ısıtır gönülleri ve yağ gibi eritir... Katılaşmış kalpleri dahi çözer zaten bu şehirde maske yoktur yüzlerde, sahte değildir dostluklar, sevgiler...

Soğuktur Konya’m... Serttir soğuğu, ayazda esen rüzgârı içine işler insanın, soğukta sıcağın kıymetini sobanın yanında anlar insan o yüzden soğuktur Konya’m belki sıcağın kıymeti bilinsin diye... Sabrı öğreten Piri Tebrizli Şems-i vardır. Aşkta olmayı öğreten odur. Ham iken pişiren ve yanmasını sağlayan Mevlana’nın...

Kar Yağışlıdır Konya’m... Ayaza sabretmiş, günlerce kar yağmasını beklemiştir ve sabır taneleri usulca dökülür gökyüzünden üşümez artık Konya’m ılıktır havası...

Aşk ikliminde yazları sıcak ve kurak, kışları soğuk ve kar yağışlıdır.


Erdal BOZKURT

14 Aralık 2010 Salı

MEVLANA HAFTASI


Doğup büyüdüğüm, gençliğime ve çocukluğuma dair güzel günler geçirdiğim bu güzel Konya şehri benim memleketimdir ve memleketimle gurur duyduğumu her fırsatta yinelemişimdir. Bu yazımda memleketimin bir kültür hazinesi olan Şeb-i Aruz Törenleri hakkında bir şeyler yazmak ve meraklılarını bilgilendirmek istedim. Ne de olsa 1 – 17 Aralık Mevlana Haftası çeşitli etkinliklerle kutlanıyor.


Çocukluğumdan beri Mevlana Türbesini defalarca ziyaret etmiş ve bize şehir dışından gelen her misafiri de Mevlana Türbesine götürmüşümdür. Elimden ve dilimden geldiği kadarıyla Mevlana’yı tanıtmak istemişimdir. Bunları yaparken mutlu olur ve gurur duyardım kendimle böyle bir şehirde yaşıyorum diye. Şimdi maalesef ki Konya’da yaşamıyorum ve Mevlana’ya daha az ziyaretçi götürüyorum. Fakat hala çevremi Mevlana konusunda bilgilendirmeye devam ediyorum.

Mevlana, Büyük Düşünür, Gönül Dostu, Anadolu’nun bağrında yatan büyük değer gibi sözcükler kullansam da O’nu anlatmaya ne sözcüklerim, ne kalemim ne de yüreğim yeter. Çünkü O’nun Anadolu’ya, insanımıza hatta tüm insanlığa kazandırdıkları saymakla bitmez. Ancak bu sefer Şeb-i Aruz etkinlikleri haftasında bir törene katılacakların, semazenler hakkında bilgi sahibi olmak isteyenlerin ve Mevlana’yı merak edenlerin dikkatini çekecek bir yazı yazmak geldi içimden.

Öncelikle semazenin dönmek için aldığı eğitime bir göz atmak da fayda var. Semazen sabit bir şekilde dönmek için ortasında çivi olan yuvarlak bir tahtanın içinde dönmeye başlar. Çivinin olduğu yere antiseptik değeri görsün diye tuz dökülür. Sol ayak parmağı ile ikinci parmak çivinin arasına sokulur. Semaya ilk başlayan semazen, tennure yani o beyaz elbiseyi giymeden normal kıyafetle döner; fakat eller çapraz şekilde omuzlara kavuşturulur, baş da hafif bir şekilde yana eğilmiştir. Bakıldığında 1 sayısı gibi görünür semazen. Bu duruş ise ‘’Allah’ın birliğine şahadet ediyorum.’’anlamına gelir. İlk günler kısa süreli ayinler yapılır, zamanla süre uzar. Belli bir süre sonra eller açılıp tennure giyilir. Ayrıca sema aç karına yapılır ve her dönüş de Allah zikredilir ve Allah düşünülür.

Semazenin her hareketinde ve her kıyafetinde bir anlam gizlidir. Mesela semazen dönerken sağ eli yukarıya, sol eli aşağıya bakar. Bu Haktan alıp halka vermek veya Allah’tan gelip toprağa dönmeyi simgeler.

Semazen sahneye siyah bir şal ile çıkar ve bu şal mezarı; ayine başlayacağı an şalı çıkarıp semaya başlaması da yeniden doğuşu simgeler. Yani suretler âleminden hakikat âlemine geçmeyi anlatır.

Semazenin üzerindeki kıyafete tennure denir, tennure kefeni simgeler. Başındaki sarık sikkedir ve bu da mezar taşı anlamına gelir.

Sema yapmak bir eğlence veya şov değildir. Sema yapmak bir ibadettir, Allah’ı anmaktır, manevi doyuma erişmedir. Şeb-i Aruz törenlerine katılanlar bunu çok iyi bilir. İzleyeni bile derinden etkileyen bu manevi huzur kişiye büyük bir tat verir. Bu törenlerin vazgeçilmez ismi haline gelen Ahmet Özhan’ın tasavvufi müzikleriyle insan, kendini kalbindeki tüm kötülüklerden, öfkeden, hırstan kurtulmuş gibi hafif hisseder. Ahmet Özhan’ın ardından ney taksimi eşliğinde ve loş ışıklar altında bembeyaz elbiseleriyle semazenler sahnede büyüleyici bir görüntü oluşturur. Ney sesi ile izleyenlerin bile kendinden geçtiği sema ayini büyük ve derin anlamlarıyla sahnelendikten sonra tören sona erer.

Şeb-i Aruz törenleri hakkında bilgi sahibi olmakla bu güzellik anlaşılmaz, bu manevi doyumu yaşamak, kendi kültürümüzü öğrenmek ve gelecek nesillere aktarmak gerekir. Bunun için de bir kez bile olsa Konya’ya gelip önce tarihi güzelliklerini görüp öğrenelim ve özellikle de 1- 17 Aralık tarihleri arasında Mevlana Haftasındaki çeşitli etkinliklere katılarak güzel ve mistik bir yolculuğa çıkalım.

13 Aralık 2010 Pazartesi

GÜZEL BİR KONYA GEZİSİ


Pazar günü dediğimizde, hoş bir pazar kahvaltısı ile başlanan ve devamında evde miskince de olsa güzel saatlerin geçirildiği bir gün gelir hepimizin aklına. Oysa bu pazar biraz farklı olacaktı benim için. Saat 7.00’ de Kızılay’da olmamız gerektiği için günün ilk ışıklarıyla birlikte yeni bir güne büyük bir hızla başladım. 6.30’da arkadaşlarım Senem ve Ömer beni almaya geldi. Bir pazar sabahı ve bu kadar erken saatlerde büfenin önünde tur arabasını beklemek hiç de zevkli değildi. Üstelik bu bekleyiş beni biraz da tedirgin etmişti, neyse ki tur arabasının gelmesiyle üzerimdeki tüm sıkıntılar geçmişti. Arkadaşlar Türk Kadınları Kültür Derneği üyeleriydi ve Sinem beni arkadaşlarıyla teker teker tanıştırdı. Otobüsün hareket etmesiyle pazar kahvaltımızı çok güzel poğaça ve kurabiyelerle yaptık. Rehberimiz Cem Bey, Mevlana ve Konya hakkında bilgiler vermeye başladı. Arkadaşlarımız arasında tarihi çok iyi bilen ve üniversite öğretim üyeleri de vardı. Hatta şöyle bir olay bile yaşanmıştı: Bir arkadaş din felsefesinde doktora yapıyormuş. Rehberimiz bir ara Mevlana Celalettin Rumi’nin Rumelili olduğunu söyleyince arkadaş buna itiraz etti ve bunun üzerine etkileyici bir konuşma yaptı. Mevlana’nın bir edebiyatçı olmadığını ve aslen Anadolulu olduğuna değindi.

Konya’ya vardığımızda ilk olarak Şemsi Tebriz- i Türbesi’ni ziyaret ettik. Saat 11.30’da Damla Restorant adlı bir lokantada Konya’nın meşhur o güzelim etli ekmeğinden yedik. Saat 13’te ise stadyumda Sema Gösterileri’ni izlemeye gittik. Biletlerimiz önceden ayarlandığından olsa gerek yerimiz önlerde ve oldukça da güzeldi. Üstelik her koltuğa da sema gösterilerini tanıtan bir broşür konulduğu için Sema Gösterileri başlamadan, bu konu hakkında kimimiz yeni şeyler öğrenirken, kimimizde bilgilerini tazelemiş oldu. Önce Ahmet Özhan’ın konseri vardı. Ahmet Özhan yıllara rağmen hala çok yakışıklı ve hala tasavvufi çizgisini çok güzel bir şekilde korumaktaydı. Mevlana’nın eserlerini de çok etkileyici bir şekilde okudu. Daha sonra sema gösterileri başladı. Sema gösterisinin ardından Alâeddin Keykubat camisini gezdik. 1200’lü yıllardan beri ahşap minberinde hala hiçbir yıpranma olmamış ve tüm ihtişamı ile karşımızda duruyor ve geçen günlere meydan okuyordu adeta.

En son olarak Mevlana Müzesini gezdik. Şeb-i Aruz törenlerinden dolayı müthiş kalabalıktı. Her milletten insan, yan yana dizilmiş ve üstelik yerlere oturmuş ibadetlerini yapıyordu. Dikkatimi en çok da Japonlar çekmişti, adeta kendilerinden geçmiş bir başka dünyada, bir başka mutluluk yaşıyor gibiydiler.

Saat 19.00 olmuştu. Çınaraltı Restoranta gittik. İçeride canlı müzik vardı üstelik yemeklerde çok güzel görünüyordu. Önce sıcak bir bamya çorbası içtik. Ardından Konya’nın yine meşhur bir yemeği olan ‘’Tandır Kebabını’ afiyetle yedik. Ayrıca küçük güveçlerde ikram edilen üzeri çörekotu ile süslenmiş süzme yoğurt da ev baklavası tadında saray burması gibi olan tatlı da nefisti. Her şey dört dörtlüktü. Tura verdiğim 90 TL’ye de değmişti üstelik. Evde miskin miskin oturmadan dolu dolu geçirdiğim bir pazar tatili de böylece sonlanmak ve Konya gezisi de bitmek üzereydi. Mevlana Diyarı Konya’ya veda ederek otobüslerimize binip Ankara’ya doğru yol aldık. Saat 23.30 da Kızılay’a gelmiştik. Vakit oldukça geç olduğu için Cemil bizi almaya geldi. Bu kadar güzel ve yorucu bir günün ardından ertesi gün işe oldukça zor gideceğimi düşünerek yastığa başımı koyduğum an yeni günün planlarını yapmaya başlayarak uykuya daldım... Dünyayı kendine hayran bırakan güzel Mevlana’mızın güzel sözleri ile bitirmek istiyorum yazımı:

Dostluk ve kardeşlik de cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi ol,

Sevgide, şefkat ve merhamette güneş gibi ol,

Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol,

Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol,

Tevazu ve alçak gönüllülükte toprak gibi ol,

Hoşgörülülükte deniz gibi ol,

Her ne olursan ol

Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol."



Bilgi sınırı olmayan bir denizdir.

Bilgi dileyense denizlere dalan bir dalgıçtır.


                                                                          FATMA GÖKMEN (17 ARALIK 2006 )











    

12 Aralık 2010 Pazar

BUKET UZUNER- İKİ YEŞİL SU SAMURU


Günümüz çağdaş Türk romancılar arasında yer alan Buket Uzuner, edebiyat dünyamızın oldukça değerli bir yazardır. Birçok eseri dört ayrı dilde yayınlanmış olmakla birlikte yurtdışında gerçekleşen birçok konferansta da ülkemizi başarıyla temsil etmiştir. Yazarımız 1991 yılında yayınladığı İki Yeşil Su Samuru adlı kitabıyla büyük beğeni toplamış ve kendisi için geniş bir okuyucu kitlesi bulmuştur. Balık İzlerinin Sesi, Kumral Ada Mavi Tuna, Uzun Beyaz Bulut ve Gelibolu adlı kitaplarıyla da edebiyatımızın vazgeçilmezleri haline gelmiştir.

Yazarımız, İki Yeşil Su Samuru adlı kitabında yaşadığımız dünyaya, aşka, çevre sorununa farklı çözümler bulmaya çalışan aydın bir çiftin veya ölüm ile yaşam arasında gelgitler yaşayan modern zamanların öyküsünü dile getirmiştir.

Aradığı mutluluğu hiçbir yerde bulamayan, kimseye güvenmeyen genç ve zarif bir kız olan Nilsu Baran’ın gerçek hayat öyküsünü konu almaktadır. Nilsu, ailesiyle mutlu bir yaşam sürmekteyken annesinin kendi hayatı monoton bulup heyecanlı bir hayat sürmek istemesiyle yaşamları altüst olur ve çekirdek aileleri dağılmaya başlar. Annesi Marmarisli genç bir ressam yüzünden evi terk eder. Doktor olan babası bir süre hayata küsüp suskunlaşsa da zamanla karşısına çıkan genç, güzel ve kültürlü bir kadın olan Selen ile birlikte yaşamaya başlar. Nilsu ne annesinin ne de babasının ilişkisine onay verir. Yaşananlara ne kadar kızsa da Nilsu da çıkışı kendine yeni bir sevgili bulmakta bulur. Bu kişi hayatının ikinci sevgilisi olmakla birlikte kendisinden oldukça büyüktür. Nilsu, Mike’in kendisine çok şeyler öğrettiğini düşünüp onda gerçek sevgiyi bulduğunu düşünür.

Kısa bir süre sonra annesi ve ressam, babası ve Selen son olarak da Nilsu ve Mike’ın ilişkileri çeşitli nedenlerle biter. Mike ve Selen’in yaptıklarından sonra Nilsu, hayata bakışı değişir. Bütün hayatı boyunca kendi mutsuzluğuna sebep olsa da yaşamını paramparça, duygularını lime lime etse de bütün erkeklere kendisini sevseler bile acı çektirmeye karar vermiştir.

Eser oldukça anlaşılır ve açık bir dille yazılmış olsa da çok da sürükleyici bir eser değildir. Belki de küçük bir ailenin bu şekilde parçalanması insanın içini acıtmasından, belki de bu kadar da olamaz dememizden kaynaklanıyor. Yine de farklı yaşamlar, farklı tecrübeler edinmek isteyenlere tavsiye edeceğim bir kitap. Okumak da fayda var; çünkü ne de olsa 1991 yılından beri en çok okunanlar arasındaki hala yerini korumaktadır.

7 Aralık 2010 Salı

ATAMIZIN MANEVİYATI

 Güzelim gençlik yıllarını ülkesi için seve seve veren, yüreği vatan aşkıyla yanan, milletinin özgürlüğünü her şeyinin üstünde tutan, bayrağına, diline, dinine değer veren, sevgi dolu yüreği ve cesareti ile dünya liderlerine kafa tutan, düşmanlarına meydan okuyan Atamızın bazı özelliklerinin yanlış bilinmesi benim içimi acıttığı için böyle bir yazı yazıyorum. Ulu Önderimi en azından kendi çevreme tanıtarak Atamıza yaptığımız haksızlık açısından azıcık da olsa vicdanımı rahatlatmak için kaleme almak istedim bu yazıyı.

   Özellikle bazı çevreler ve bazı insanlar tarafından Ulu Önderimizin dinsizlikle itham edilmesi, Atatürk’ü sevmenin de dinsizliğe eş değer gibi görülmesi ve yine bazı çevrelerin Atatürk’ün laikliğinde dinin yer alamayacağını vurgulamaları gerçek anlamda beni çok üzmektedir. Atamızın farklı insanlar tarafından, farklı algılanmasının sebebini biraz düşününce cevabını bulmak hiç de zor değil. Cevap: Bizlerin kulaktan dolma bilgilere sahip olmamız, araştırma yapmaya gerek duymadan çevremizdeki insanların düşüncelerini koşulsuz kabul etmiş olmamız. Zaten insanın çevresi onun hayata bakışını da yansıtmaz mı?

   Atatürk, İslam ahlakını ve dini vecibelerini daha aile ocağındayken öğrenmiş ve bunu ömrü boyunca pekiştirerek geliştirmiştir. Ulu Önder, gericilikle mücadele ederken İslam'ı yüceltmiştir. Tekke, türbe ve zaviyeler Atatürk döneminde kapanmış; ama ilk Türkçe Kuran meali de yine onun döneminde yayınlanmıştır. Kuran'ın Türkçeye çevrilmesi emrini verirken, Atatürk'ün isteği Müslüman Türk milletinin imanını güçlendirmektedir. Cumhuriyetin ilk on beş yılında -yani Atatürk'ün hayatı süresince- Kuran'la ilgili 10 kadar eser yazılıp yayınlanmıştır. Bu eserlerin pek çoğunu da Elmalı Hamdi Yazır adlı alimimizin kalemindendir. Bu eserler de halkımıza ücretsiz olarak dağıtılmıştır. Ayrıca ilk defa Atatürk döneminde Peygamber Efendimizin hayatı ile ilgili kitaplar ve sözleri Türkçeye çevrilmiştir. Üstelik bu hadisler de, halkımıza gerçek İslam'ı öğretme çerçevesinde yine ücretsiz olarak dağıtılmıştır. Yine aynı dönemde camilerin din görevlisi ihtiyacını karşılamak amacıyla İmam-Hatip okulları açılmıştır.

   Atatürk, dinin var olmadığı veya dini değerlerin ortadan kalktığı bir toplumda aile, ahlak ve devlet kavramları da geçerliliğini yitireceğini ve kısa süre içinde bu değerlerin ortadan kalkacağını vurgulamıştır. Bu değerlerin ortadan kalkması da tarihi ve kültürü ne kadar eskiye dayanırsa dayansın o toplumun, milli ve manevi tüm bağlarının parçalanmasına, anarşinin hortlamasına ve toplumun bölünmesine hatta o toplumun tarih sahnesinden silineceğini her fırsatta vurgulamıştır.

   Son olarak da Atamızın, İslam dininin tamamen ilme ve mantığa uygun mükemmel bir din olduğunu vurgulayan  ve dine verdiği önemini belirten sözleri ile yazımı bitirmek istiyorum:

   "Bizim dinimiz en makul ve en doğal bir dindir. Ve ancak bundan dolayıdır ki son din olmuştur. Bir dinin doğal olması için akla, tekniğe, ilme ve mantığa uygun olması gerekir. Bizim dinimiz bunlara tamamen uygundur. ... İslam'ın sosyal hayatı içinde hiç kimsenin, bir özel sınıf halinde varlığını sürdürme hakkı yoktur. Kendilerinde böyle bir hak görenler dini kurallara uygun harekette bulunmuş olmazlar. Bizde ruhbanlık yoktur, hepimiz eşitiz ve dinimizin kurallarını eşit olarak öğrenmeye mecburuz" (Atatürk"ün Söylev ve Demeçleri, 1959, c.2, s. 90)

   "Türk Milleti daha dindar olmalıdır, yani bütün sadeliği ile dindar olmalıdır demek istiyorum. Dinime, bizzat hakikate nasıl inanıyorsam, buna da öyle inanıyorum."

30 Kasım 2010 Salı

İSTANBUL HATIRASI- AHMET ÜMİT




Yedi hükümdar, yedi farklı mekân, yedi gizemli olay, yedi cinayet, yedi sikke ve yalın olmakla birlikte bir o kadar da şaşırtıcı bir gerçek!e karşı karşıya kalacağımız sürükleyici güzel bir kitap.

İstanbul Hatırası adlı kitap, İstanbul hakkında detaylı bir tarih bilgisi verirken okuyucuyu sıkmadan üstelik okuyucusunu günümüzden çok eski zamanlara götürüp bizleri adeta zamanda yolculuğa çıkarmıştır. Ahmet Ümit yine polisiye romandaki ustalığını göstermiş ve okuyucularını ters köşeye yatırmıştır. Aslında diğer romanlarından alışık olduğum için kitabın her sayfasında peş peşe işlenen cinayetlerin ardından katile ait izler aradım, her ipucunu değerlendirdim, çeşitli tezler ürettim, katilin kim olabileceği konusunu çeşitli kanılara bile ulaştım. Ahmet Ümit yazmadan katile ulaşmak istedim; fakat yine geç kaldım, yanlış bulgular üzerine çalıştım. Sanırım cinayetleri erkenden çözebilmek için. Ahmet Ümit’e ait daha çok kitap okumalıyım.

Kitabı elinize aldığınız an İstanbul’un o bilinmeyen tarihi hakkında çok fazla bilgi sahibi olacaksınız. Birçok medeniyete ev sahipliği yaptığını, oldukça köklü bir geçmişi olduğunu ve zaman içinde; İstanbul’da nelerin değiştiğini, kimlerin gelip geçtiğini göreceksiniz ve işin güzel tarafı bu kadar tarihi bilgi alırken sıkılmayacaksınız; çünkü öğrendiğimiz her tarihi bilginin ardından bir cinayet ve çözüm bekleyen birçok soru ile karşı karşıya kalacaksınız. Ahmet Ümit’in her kitabında olduğu gibi bu kitabı da bitirdiğiniz an ne kadar çok şey öğrendiğinizi fark edip mutlu olurken, diğer yandan da cinayetlerin çözülmesine sevinip bunları niye düşünemedim ki diye şaşkınlık yaşayacaksınız

Ahmet Ümit bir kitabını okuduktan sonra asla vazgeçemeyeceğiniz yazarlardan biri olacaktır; çünkü Ahmet Ümit’in eserlerinde titiz bir çalışmayı ve yoğun bir araştırmayı gördükten sonra yazarımıza hayran olacaksınızdır…











26 Kasım 2010 Cuma

KONYA...

Sayısız tarih, kültür ve doğal güzellikleri içinde barındıran Konya’da doğdum ve bu şehrin hayranıyım ben. Çocukluğumun, gençliğimin geçtiği bu şehir benim içi daha bir anlamlı ve daha bir güzeldir.


Konya, insanlık tarihinin ilk yerleşim yerlerinden biri olan ve birçok medeniyetlere ait izler taşıdığı için her tarafı tarih kokan bir şehirdir. M.Ö 7 bin yılından beri yerleşim yeri olarak kullanıldığı tahmin edilen Çumra Çatalhöyük, birçok milletin ilgi odağında olması da bir gerçektir. Çatalhöyük, dünya ölçüsünde yemek kültürünün ilk defa başladığı, tarımın yapıldığı, ateşin kullanıldığı ve yerleşik hayata geçildiği, vahşi hayvanların saldırılarına karşı ortak savunmaların yapıldığı ilk yerlerden biridir. Konya ayrıca Hititler, Lidyalılar, Sasaniler, Emeviler tarafından belirli dönemlerde işgal edilmiş ve bu devletlere ait az da olsa kalıntılar halen korunmaktadır. Selçuklular, Karamanoğulları ve Osmanlılar dönemine ait çok sayıda tarihi ve sanatsal eseri içinde barındırmakla birlikte tarihi İpek Yolu’nun en önemli ticaret ve konaklama merkezlerinden biri olması bakımından da önemli bir şehirdir.

Tüm bunların yanı sıra Konya bir kültür diyarıdır, gönül diyarıdır, Mevlana diyarıdır, Nasrettin Hoca diyarıdır, aşıklar diyarıdır ve bu kültürleri de halen yaşatmaktadır.

Aralık ayının ilk pazar gününden 17 Aralık gününe kadar devam eden Mevlana Haftası tüm coşkusu ile kutlanırken sadece Türkiye’den değil dünyanın çeşitli yerlerinden gelen misafirlere ev sahipliği yapar.

5 Temmuz’da başlayıp bir hafta devam eden Akşehir Nasrettin Hoca Şenlikleri ile yine yerli ve yabancı misafirleri ağırlayan bu şehir, herkese kendini hayran bırakır.

25-30 Ekim arasında Aşıklar Bayramı kutlanırken, 9 Eylül’de de Cirit Yarışmaları düzenlenerek kültürel açıdan Konya’nın zenginliklerini gösterir.

Konya çok temiz bakımlı olmakla birlikte çiçeklerle her sokağı süslenmiş ender şehirlerden biridir. Ben Konya’dan başka şehirde yaşayana kadar her şehrin sokaklarının sabunla yıkandığını sanırdım. Türkiye’nin Kalbi olan Ankara’da yaşıyorum. Ve Konya’yı her açıdan arıyorum. Konya, gecekondu sorununu çözen tek büyükşehir olmakla birlikte, alt yapı, kanalizasyon sorunu olmayan nadir şehirlerden biridir. Mesela yağmurlu havalarla araçların size su sıçratası, sizi ıslatması gibi bir sorununuz olmaz, kar yağdığında aracınızın veya sizin kayıp düşmeniz de söz konusu değildir; çünkü sokaklar erkenden tuzlanır. Neredeyse caddelere rastgele atılmış hatta caddelerin tamamını kaplayan çöpleri de göremezsiniz Konya sokaklarında. Geri dönüşüme en çok önem veren belediyelerden biridir yine Konya. Her geri dönüşüm için belediye tarafından ayrı ayrı dağıtılan poşetler haftanın belirli günlerinde belediye çalışanları tarafından kapı kapı toplanır. Büyükşehir olmasına rağmen trafikte saatlerce beklemezsiniz; çünkü trafik sorunu erken alınan önlemlerle çözülmüştür. Zaten Konya birçok güzelliği, temizliği, rahatlığı ile Avrupa Başkenti seçilmiş ve birçok ülkede Konya örnek şehir olarak gösterilmiştir.

Hayatın birçok açıdan oldukça ucuz ve rahat olduğu Konya’da bir süre yaşayıp başka şehre göç etmek zorunda olanlar her daim Konya ‘yı sayıklar durur ve Konya ‘ya geri dönme umudu ile yaşar.Gerçi bunları yazınca birçok kişi tarafından da doğrulanan şu söz gelir insanın aklına: ’’Gez dünyayı, gör Konya ‘yı’’…

Ülkemizde Konya gibi tarihine, kültürüne, insanına önem veren nice şehirler görmek dileğiyle…

25 Kasım 2010 Perşembe

25 KASIM KADINA YÖNELİK ŞİDDETE KARŞI ULUSLAR ARASI MÜCADELE GÜNÜ

Birleşmiş Milletler genel kurulu 1999 yılında, 25 Kasım'ı "Kadına yönelik şiddetin ortadan kaldırılması için uluslararası mücadele günü" ilan etti. Bu çerçevede, her 25 Kasım'da tüm dünya ülkelerinde çeşitli etkinlikler ile kadına yönelik şiddet tartışılır.

Kadının günümüz toplumundaki yerini, önemini ve değerini düşünürsek durumun içler acısı olduğunu söyleyebiliriz. Televizyonlarda, gazetelerde her gün en az bir kere namus veya töre cinayetlerini görüyoruz; erkek katil, kadın ölen oluyor ve geride kalan çocukları, dağılan aileleri içimiz parçalanarak izliyoruz. Bazen de baba- abi -koca-dayağı yiyen kadınlarla ilgili haberlerle karşılaşıyoruz. Fiziksel, sözel veya cinsel şiddete uğrayan kadınları tartışıyoruz. Kadının bunu hak edip etmediğini gündeme getiriyoruz ve kimi zaman kurbanları yani kadınları suçlu buluyoruz. Oysa şunu unutuyoruz biz, kadın bizleri yetiştiren anadır, kadın hayatı sevmeyi gösteren sevgilidir, kadın eşine destek olan hayat arkadaşıdır, kadın evleri yöneten düzenleyen yöneticidir, kadın evde hasta olan eşe, çocuklara bakan şefkatli bir hemşiredir, kadın çocukları için ilk öğretmendir… Kadının evdeki ve toplumdaki yerini saymakla bitiremeyeceğimiz ortadayken erkekler tarafından fiziksel veya sözel şiddete uğraması bir çelişki değil mi?

Tüm dünyada kadınlar, kadın oldukları için şiddete uğruyor ve en kötüsü de hala her 3 kadından 1’i yaşamında şiddete uğruyor. Türkiye’de kadınlar en çok yakınından şiddet görüyor. Başbakanlık Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü ve AB’nin desteği ile Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsünce 24 bin 48 hane ziyaret edildi, 12 binden fazla kadınla yüz yüze görüşüldü. Anketteki bulgular şöyle:

Kadınların yüzde 36’sı, yaşamlarının herhangi bir döneminde yakın ilişkide oldukları erkeklerin fiziksel şiddetine maruz kalıyor.

Medeni durumları değerlendirildiğinde araştırmadaki en çarpıcı sonuç ise, boşanmış veya ayrı yaşayan kadınların belirttiği şiddet oranının yüzde 73 olması. Başka bir deyişle, Türkiye’de boşanmış veya ayrı yaşayan 10 kadından 7’si yaşamlarının herhangi bir döneminde sevgilisinden, eşinden, ağabeyinden, babasından şiddet görüyor.

2010 yılının ilk yedi ayında 226 kadın cinayete kurban gitmiş. Aynı dönem içinde cinsel dokunulmazlığa karşı işlenen suçlar kapsamında 478 kadın tecavüze uğramış, 722 kadın taciz edilmiştir.

Aile içi şiddet kapsamında ise 6423 kadın şiddete maruz kalarak hastaneye kaldırılmıştır.

Yine aynı istatistiki verilere göre kadınların yüzde 40'ı korktukları için şikayetçi olmamaktadır.

Bence, 25 Kasım günü kadına şiddete karşı mücadele günü olarak değil erkeklerin ayıplarının gün yüzüne çıkarılıp erkeklere kendi hatalarını görmelerini ve gerekirse psikolojik destek alabilecekleri öğretme günü olarak değerlendirilmeli ve bu yönde kadına değil erkeğe eğitim verilmeli diye düşünüyorum.

Cinayetlerin, kavgaların yani şiddetin olmadığı bir dünyada barış ve mutluluk içinde yaşamak dileğiyle…

22 Kasım 2010 Pazartesi

TEŞEKKÜRLER ÖĞRETMENİM




   24 Kasım ülkemizde her yıl Öğretmenler Günü olarak kutlanır. Bizlere, ülkemize ve geleceğimize emeği geçen tüm öğretmenler sevgi ve saygıyla anılır.

   Ben de bana emeği geçen; fakat geçmişin puslu sayfalarında unuttuğum o nadide insanları saygı, sevgi, minnettarlık ve tatlı bir tebessüm ile anmak için öncelikle okul yıllarıma ait fotoğrafları incelemeyle başladım işe. İlkokul öğretmenimi görünce onu ne kadar özlediğimi, onun bize nasıl değer verip saçımızı okşadığını, bizlere bakınca gözlerinin içinin güldüğünü hatırladım ve yüreğimde bir sızı hissettim. Okul yıllarıma ait fotoğrafları tek tek incelerken öğrencilik yıllarım bir film şeridi gibi gözümün önünden geçiyordu; ama o filmin ana karakterleri hep o değerli insanlar oluyordu. Ayşe Öğretmen, Şakir Öğretmen, Salih Öğretmen, Nilgün Öğretmen ve daha ismini sayamadığım birçok fedakar insan. İlk olarak onlar öğretti bana vatanın, milletin ne demek olduğunu; bayrağa duyulan aşkı, vatan, millet, dil sevgisini yine onlardan öğrendim ben. Atatürk’ün Ulu Önder, Başkomutan ve Büyük Kurtarıcı olduğunu her fırsatta yinelediler. Bizlere Atamızın büyüklüğünü gösterip O’nun yolunda ilerleyebilmemiz için O’na yürekten bağlanmamızı sağladılar. Bu ülkeye yararlı bireyler yetiştirmek için var güçleriyle çalıştılar. Öğrencilik yıllarıma ait anılar beni oldukça hüzünlendirmiş ve gözlerimden akan bir iki damla yaşa da engel olamamıştım. Okul albümümün sonlarına yaklaşırken bu filmin kahramanları değişmiş ve ana kahraman birden ben olmuştum. Yardımcı oyuncular ise öğrencilerimdi artık. Gözlerimden akan özlem yaşlarını çocuklarıma duyduğum sevgi bir anda silmişti. Zaman hızla geçmiş artık ben de pırlanta gibi yeni nesiller yetiştirecektim; çünkü ben de öğretmen olmuştum. .

   Öğretmenim ben… Hem işimi çok seviyorum hem de kendimle gurur duyuyorum. Çocuklarım var benim, onları sevgiyle yoğuruyorum yılmadan yorulmadan. Öğrencilerim benim koskocaman bahçemin yeni açmış çiçekleridir; onları besliyorum kendi ellerimle, okşuyorum, öpüyorum ve kokluyorum onları. Çünkü onların güzelliği kederlerimi dağıtıyor mutluluk ve huzur veriyor bana.

   Öğretmenim ben…Hem işimi çok önemsiyorum hem de işimin gereği olarak öğrencilerime üzerinde yaşadığımız ve atalarımızın kanları ile sulanan bu yurdu sevmeyi, Türk’ün her zaman özgür olacağını tüm dünyaya haykıran şanlı bayrağımıza saygı duymayı, Türk dilinin güzelliklerini ve büyüklüğünü gösterip dil bilinci aşılamayı, doğruyu, güzeli, iyiliği, mertliği, milli duyguları ve Atatürk İlkelerine bağlılığı öğretiyorum.

   Öğretmenim ben…Bir başka heyecan sarıyor içimi çocuklarımı görünce Hepsi ışıl ışıl gözlerle bakıyor bana ve hepsi sevgiyle kucaklıyor beni. Çocuklarım iş güç sahibi oluyor, her biri farklı meslekte, farklı makamda, farklı rütbede… Hepsini görüyorum karşımda ve hala gözlerinde sevgi, dudaklarında tatlı tebessüm var ve hepsi de eğiliyor önümde saygıyla ellerimden öpmek için. O an diyorum ki ölümsüz, kutsal ve en güzel bir meslek bizimkisi.

    Tüm öğretmenlerimizi saygı ve sevgiyle anıyor ve yeni nesiller yetiştiren tüm öğretmenlere teşekkür ediyorum.









12 Kasım 2010 Cuma

16 KASIM HOŞGÖRÜ GÜNÜ ÜZERİNE

Hoşgörü, kelime anlamı olarak her şeyi anlayışla karşılayarak her şeyi olabildiğince hoş görme durumudur. Hoşgörü bir anlayıştır, hoşgörü sevginin yoludur, hoşgörü hataları düzeltebilmektir Hoşgörü kendini bilmektir. Hoşgörü haddini bilmektir ve haddini bilerek sürdürülen hayat biçimidir diye daha birçok tanım yapsam da nedense hoşgörü denilince benim aklıma gelen ilk şey Mevlana oluyor. Belki Mevlana’nın hoşgörüsü üzerine çok fazla hikayeler okuyup özlü sözlerini her daim duymamdandır. Belki de daha acısı onun bahsettiği hoşgörüyü yaşadığımız çevrede göremeyişimdendir.

Mevlana’nın yüzyıllar öncesinden kalplerimizde açtığı veya açmaya çalıştığı hoşgörü kapısı bizim çok uzağımızda veya biz o kapıyı kendi ellerimizle çoktan kapatmışız. Oysaki bizlerin bugünlerde hoşgörüye her zamankinden daha fazla ihtiyacımız olduğu kesindir. Çünkü hayatımızdaki birçok yanlış davranışın asıl sebebi hoşgörülü olamamaktır. Evde, trafikte, sokakta, okulda, işyerinde kısaca insanın olduğu her yerde hoşgörü yoksa mutlaka bencillik vardır, öfke vardır, tartışma vardır

Hz. Mevlana: “ Ben insanların ayıplarını gören gözlerimi kör ettim. Sen de onlara benim gibi iyi gözle bak.” diyor. Bunu yapabilmek için içimizde önce kendimizi sonrada tüm insanlığı hatta hayvanları, çiçekleri kısaca tüm evreni kucaklayacak bir sevgi olması şart. Sevmeyi bilirsek hayata, insanlara, çevreye karşı daha anlayışlı oluruz ve yüzümüzden gülümseme hiç eksik olmaz.

16 Kasım Hoşgörü Günü olmasını fırsat bilerek, bir çağrıda ben yapmak istedim tüm insanlığa:

Günün ilk ışıklarıyla yeni bir güne başlarken aynanın karşısına geçip önce kendimize sıcak bir gülüş attıktan sonra annemize, babamıza, eşimize, dostumuza o an yanımızda kim varsa ona sıcak bir gülüşün ardından tatlı günaydın diyelim ve daha günün ilk saatlerinden itibaren Mevlana’nın gözüyle bakalım insanlara; kimsenin ayıbını görmeden, kimseye kızmadan, kimseyle tartışmadan bir gün geçirelim ve gelecek günlerimizi de daha fazla geç olmadan, daha fazla bir şey kaybetmeden hoşgörü içinde yaşayalım.

Herkesin hoşgörü günü kutlu olsun.



"Sevgide güneş gibi ol, dostluk ve kardeşlikte akarsu gibi ol, hataları örtmede gece gibi ol, tevazuda toprak gibi ol, öfkede ölü gibi ol, her ne olursan ol, ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol "(Mevlana)

9 Kasım 2010 Salı

ATAM SENİ UNUTMAYACAĞIZ...

BUGÜN 10 KASIM...


Her 10 Kasım’da olduğu gibi yine matem doluyuz, yüreğimizde derin bir sızı ve tarifi mümkün olmayan bir acı var. Bugün Atamızın ölüm yıl dönümüdür, bugün Türk milleti olarak Büyük Önderimizin aramızdan ayrılış günüdür ve bugün onun yokluğunu daha ağır hissettiğimiz günleri yaşamaktayız. Her zaman olduğu gibi Ulu Önderimize olan ebedi sevgi ve saygımızı bu yıl da tekrarlayacağız.

1881 yılında öyle büyük bir güneş doğdu ki bu güneş sadece Türk Milletini aydınlatmak için doğmadı. Büyük Önderimiz, tüm dünyaya örnek olabilecek bir lider olarak, tarih sayfalarından silinmek istenilen bir millete yeniden hayat vermek ve tarihin akışını değiştirmek için dünyaya gelmişti sanki.

Atatürk, kişisel çıkarlarını tamamen bir yana atarak kendini ve o güzelim hayatını milletine adamış ender liderlerden biridir. O savaş meydanlarında yenilmeyen zeki bir başkomutan, siyasette eşi bulunmaz bir lider, sosyal hayatta yenilikçi bir devlet adamıdır. Tüm bu özellikleri düşünürsek Atamız, Türk tarihinin değil, tüm dünyanın yetiştirdiği ender şahsiyetlerden biridir. Öyle ki Asya ve Afrika’daki sömürge olarak yaşayan birçok millet, O’nun düşüncelerini öğrenip, O’nun doğrularını benimseyip ve O’nun çizdiği yolda ilerleyerek bağımsızlıklarına kavuşmuşlardır.

Bir İngiliz Komutanı, Kurtuluş Savaşını Türklerin kazanmasının ardından yenilginin verdiği hüzün ile Atatürk’ün dehalığı için şu sözleri söylemiştir:’’Arkadaşlar asırlar pek nadir olarak dahi yetiştirir. Şu talihsizliğe bakın ki o büyük dahiyi asrımızda Türk Milleti yetiştirdi. Mustafa Kemal’in dehasına karşı elden ne gelir ?’’ der ve Mustafa Kemal gibi bir kişi ile bir daha karşı karşıya gelemeyeceğini düşünerek görevinden istifa eder.

Atamız şu an beden olarak yanımızda olamasa da düşünceleriyle, yaptığı büyük işleriyle, bıraktığı eserleriyle ve olağanüstü kişiliği ile tüm Türk Milletinin kalbinde sonsuza kadar yaşayacaktır. Bizlere düşen görev Ulu Önderimizin eserlerini koruyup yaşatmaktır.


RAHAT UYU ATAM… ESERLERİN VE DÜŞÜNCELERİNLE KALBİMİZDE VE TÜM BENLİĞİMİZDE YAŞAYACAKSIN…



4 Kasım 2010 Perşembe

KASIM AYINDA BELİRLİ GÜNLER

6 Kasım Dünya Şehircilik Günü

10 Kasım Atatürk'ün Ölüm Günü

16 Kasım Uluslararası Hoşgörü Günü

20 Kasım Çocuk Hakları Günü , Evrensel Çocuk Günü

21 Kasım Dünya Televizyon Günü

24 Kasım Öğretmenler Günü

25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü

22 Ekim 2010 Cuma

PATASANA

            Yine Ahmet Ümit, yine cinayet ve yine büyük bir zevkle okuyup elinizden bırakamayacağınız büyük araştırmalar sonucu kaleme alınmış ender kitaplardan biri.
            ‘’BEN ZALİMLER ÇAĞINDA YAŞAMIŞ BİR ALÇAKTIM’’ diye kendini tanıtan Hititli bir başyazmanın adından almıştır kitap ismini.
Patasana adlı bu yazman, tabletlere çocukluğunu, ailesini, gençliğini, aşkını ve yaşadığı dönemin sosyal ve siyasal olayları tarihi olaylarla bağdaştırarak dile getirmek istemiş. Kralın bilgisi olmadan saray yazmanları tabletlere yazı yazamadığı için. Patasana, bu tabletleri gizlice yazmış ve kimsenin bulmaması için de saklamıştır Bu yüzden asırlarca gün yüzüne çıkamamıştır bu tabletler
Patasana’yı tabletleri yazmaya sürükleyen neden kendisini suçlu hissetmesidir. Ayrıca Patasana.devletin yanlışlarını dile getirmek istemesi ve en önemlisi de insanlar arasında kötülüklerin, kavgaların, savaşların son bulmasını amaçladığı için bu tabletleri yazdığını dile getirir
Hititler döneminden bu yana gün yüzüne çıkarılmayan, tarihin ilk tanıkları olabilecek bu belgeleri kazılarla ortaya çıkaran birkaç arkeologun yaşadıklarını ve bu arkeologların çevresinde meydana gelen esrarengiz cinayetleri okurken nefes almaya bile çekineceğiniz harika bir kitap.
Arkeologlar, Patasana’ya ait tabletlerin bir bölümünü çıkardıktan sonra cinayetler işlenmeye başlar. Cinayetler, başta Patasana’nın laneti olmak üzere farklı biçimlerde yorumlanır bu da arkeologların arasında huzursuzluklara neden olur. Romanda Hititler dönemi Patasana’nın ağzından, arkeologların öyküsünün anlatıldığı bölüm ise Esra ağzından anlatılır.
            Romanın geçtiği mekanlara şöyle bir göz atarsak Anadolu’nun güneydoğusunu içine alan ve tarihte Mezopotamya olarak da anılan yerdir.
Ahmet Ümit Hititler döneminde yaşanan iç çatışmalarla Ermeni sorunlarının yaşandığı dönemi ve Türkiye’nin son yirmi yılda tanık olduğu terör olaylarını ilişkilendirerek bu yörede süre gelen savaşların, kavgaların nedenini anlamaya ve anlatmaya çalışıyor aslında. Kitabın bitişi ve cinayetlerin çözülüşü de o kadar şaşırtıcı ki bir nevi Ahmet Ümit'in her kitabında olduğu gibi okuyucu yine ters köşeye yatırdı ve katili hiç beklenmedik bir kişi olarak karşımıza çıkarttı diyebilirim.

Ülkemizde de iyi polisiye roman yazılacağını kanıtlayan genç bir yazarımız Anadolu’nun güneydoğusunda yakın zamana kadar yaşananlarla üç bin yıl önce yaşananlar arasındaki benzerlikler üzerine kurduğu romanı "Patasana" ilginç kahramanları, yarattığı gerilim atmosferi ve entrikalarıyla okuyucunun elinden düşüremeyeceği bir polisiye
kitaptır. Başından sonuna kadar nefesinizi tutarak okuyacağınız ender kitaplardan biri. Yazarımız her şeyi o kadar akıcı, o kadar düzgün anlatılmış ki okurken olayları yaşamış gibi hissediyor ve adeta üç boyutlu bir filmin içerisindeki bir oyuncuymuş gibi etkileniyorsunuz. Tüm kitapseverlere tavsiye ediyorum.

6 Ekim 2010 Çarşamba

PİRAYE



   ‘’Piraye’’ adlı kitabı kitapçı raflarında görmeye başladığım ilk günden itibaren merak ettiğim tek şey Piraye ‘nin ne demek olduğuydu. Aslında kitabı okumamda ki en büyük etkendi de Piraye adının bende uyandırdığı heyecanın gizemini çözmek.


    Kitabı alıp otobüse bindiğim an kendime oturmak için bir yer ararken arkalarda yaşlı bir teyzenin yanında boş bir koltuk gördüm. Arkaya doğru hızlı adımlarla yürürken otobüsteki yorgun insan halleri de gözümden kaçmadı. İnsanlardaki bu yorgunluk ve yılgınlığa karşılık bende yeni bir kitaba başlamanın, yeni hayatlar tanıyacak olmanın verdiği küçük bir heyecan vardı. Şimdi güzel bir yer bulmanın da verdiği rahatlık ile hemen, yeni aldığım Piraye’yi okumaya başladım.

 Genç ve güzel Piraye, özgürlüğüne düşkün, eşitlikten, haktan yana olan diş hekimliği fakültesinde okuyan zeki bir kızdır. Piraye adının nereden geldiğini ve pirayenin ne olduğunu daha ilk sayfalarda öğrenip kitabın adına dair merakım bitse de kitap elimden düşüremeyeceğim kadar sürükleyiciydi.

   Piraye adını Nazım Hikmet’in eşinden almıştır. Genç kızın babası elinden kitap düşmeyen, aydın bir insandır. Kızlarına Nazım Hikmet’in karısının adı olan Hatice Piraye ‘yi koyar. Bir kızına Hatice, diğer kızına Piraye ismini veren bir baba; o dönemin yasaklı şairine olan sevgisini de gözler önüne sermektedir.

  Roman, Piraye’ nin aile, okul, arkadaşlık, aşk ve evliliği üzerine kurulmuştur. İdealist ve eşitlik yanlısı olan bir kızın aşkı, evliliği ve sonrada çocuğu için nelerden vazgeçebileceğini bizlere gösterirken roman kahramanımıza kimi zaman kızıyoruz, kimi zaman onun için üzülüyoruz kimi zamanda ona ‘’aferin sana’’ diyoruz. Piraye herhangi biri gibi gelse de aslında tanıdığımız, hem de çok yakındandan tanıyıp değer verdiğimiz bir kişi gibi romanın başından sonuna kadar sizin duygularınıza yön veriyor.

   Yazarımız Canan Tan, aslında roman kahramanının yaşantısına bir kadın duyarlılığı ile yaklaşıyor. Özgürlüğe düşkün olan kızımız Piraye, çok sevdiği Haşim ile evlenip Diyarbakır’a gelin gitmesi orada önce özgürlüğünden taviz vermek zorunda kalması sonrası mesleğini icra edememesi sonra çok sevdiği kocasından şiddet görmeye başlaması ve üzerine gelecek kumaya engel olamamasını okurken içiniz acıyacak. Kimi zaman Piraye’ye, kimi zaman Haşim’e kızsak da asıl törelerin acımasızlığı karşısından en idealist insanların bile çaresiz kalışı içimizi yakacak.

Büyük bir merakla aldığın ve eve kadar dayanamayıp otobüste okumaya başladığım bu kitabın son sayfalarında yatağıma uzanmış ve Piraye’nin başına gelen olayları hem çaresiz bir şekilde okuyor hem de kendi kendime bitmesin bu kitap diyordum. Sonu böyle bitemez bitmemeli derken acı sonun bir tokat gibi okuyucunun yüzüne inmesinden midir bilmem kitabın etkisinden günlerce kurtulamıyor okuyucu….



ROMANTİZM VE ÖLÜM (2)




        Günümüzde izlenme rekorları kıran, birçok kişiyi ekranlara bağlayan dizilerden biri de Halit Ziya Uşaklıgil’in Aşk-ı Memnu adlı eseriydi. Birçok kişi kitabı okumasa bile bu diziyi izlemiş ve romantizm akımına ekranları karşısında nefes tutarak şahit olmuşlardır. Bu Adnan Bey; oldukça varlıklı, orta yaşlı kibar bir beyefendidir. Kendisinden yaşça küçük olan güzel ve alımlı bir kız olan Bihter ile evlenir. Bihter, zamanla kocasının yeğeni olan Behlül’e aşık olur ve kocasından habersiz bir şekilde Behlül ile vakit geçirmeye başlar. Behlül, ise Adnan Bey’in kızı Nihal ile evlenme planları kurmaktadır. Adnan, kızının düğün hazırlıkları yapılırken Bihter ile Behlül arasında yaşananları öğrenir ve Bihter’den boşanmaya karar verir. Yasak aşkları ortaya çıkan Bihter'in  intihar etmesi ve Behlül’de evden kaçmasını izleyen birçok kişi gözyaşlarına hakim olamazken romantizm akımının etkilerini üzerilerinden günlerce atamazlar..

        Mehmet Rauf ‘un Eylül adlı Türk edebiyatının ilk psikolojik romanı da acı sonla bitmektedir. Süreyya Bey ve Suat Hanım beş yıllık evlidir. Süreyya’nın en iyi arkadaşı olan Necip, bu çiftin aile dostu olmuştur. Necip, Suat Hanım’a büyük bir saygı duyar. Necip Bey ve Suat Hanım zamanla birbirini sevmeye başlar. Bu aşk çok büyüktür; fakat Süreyya Bey’e ikisi de ihanet edebilecek bir yaratılışta değildir. Bir gün köşkte yangın çıkar ve Suat o yangının ortasında kalır. Necip Bey, sevdiğini kurtarmak için içeri girer; fakat ikisi de yangında ölür.

5 Ekim 2010 Salı

BAKIŞ AÇISI

(MEVLANA VE HACI BEKTAŞİ VELİ HİKAYESİNDEN)

Bir adam kötü yoldan para kazanıp bununla kendisine bir inek alır. Neden sonra, yaptıklarından pişman olur ve hiç olmazsa iyi bir şey yapmış olmak için bunu Hacı Bektaşi Veli’nin dergahına kurban olarak bağışlamak ister. O zamanlar dergahlar aynı zamanda aşevi işlevi görüyordu. Durumu Hacı Bektaşi Veli’ye anlatır ve Hacı Bektaşi Veli helal değildir diye bu kurbanı geri çevirir. Bunun üzerine adam Mevlevi dergahına gider ve aynı durumu Mevlana’ya anlatır. Mevlana ise bu hediyeyi kabul eder. Adam aynı şeyi Hacı Bektaşi Veli’ye de anlattığını; ama onun bunu kabul etmemiş olduğunu söyler ve Mevlana’ya bunun sebebini sorar.

Mevlana şöyle der:

– Biz bir karga isek Hacı Bektaşi Veli bir şahindir. Öyle her leşe konmaz. O yüzden senin bu hediyeni biz kabul ederiz; ama o kabul etmeyebilir.

Adam üşenmez kalkar Hacı Bektaşi Dergahı’na geri gider ve Hacı Bektaşi Veli’ye, Mevlana’nın kurbanı kabul ettiğini söyleyip bunun sebebini bir de Hacı Bektaşi Veli’ye sorar.

Hacı Bektaşi da şöyle der:

– Bizim gönlümüz bir su birikintisi ise Mevlana’nın gönlü okyanus gibidir. Bu yüzden, bir damlayla bizim gönlümüz kirlenebilir; ama onun engin gönlü kirlenmez. Bu sebepten dolayı o senin hediyeni kabul etmiştir.

4 Ekim 2010 Pazartesi

DÜN, BUGÜN VE YARIN...

Yaza veda etmeye başladığımız ve sonbaharın kendisini iyiden iyiye hissettirmeye başladığı soğuk bir gün ve sabahın yedisi daha da kötüsü saatimin alarmı çalıyor. Şu an için duymak isteyeceğim en kötü ses diye olumsuz bir düşünce ile başladım yeni güne. Kahvaltı masasına oturduğum an bir gün boyunca yapmam gereken rutin işleri düşündüm, sonra ertesi günü, sonra ertesini derken kendimi mutsuzluğun acımasız ellerine teslim etmeye başladım. Bugün yaptığım işlerin aynısını yarın da yapacağım, sonrasında da aynı şeylerle meşgul olacağım. Kısaca her günüm bir öncekinin aynısı olacak… Böylesine kendimi olumsuzluklarla doldurarak başladığım yeni günde güzel bir şeyin olmasını beklemek büyük bir yanlışlıktır her halde diye düşünerek üzerime bir hırka alarak hızlı adımlarla çıktım evden.

Sokağa kendimi atıp otobüs beklemeye başladığım an ayaklarımın altında sararmış ve biraz yıpranmış sayfalarıyla eski bir gazete parçası dikkatimi çekti. Kimi yerleri silinmiş veya yırtılmış gazeteden okuyabildiklerim şunlardı:’’ Mutlu olmanın bir yolu da pozitif düşünmektir. Her olaya, her şeye olumsuz bakmak insan sağlığını bozar. Stresten uzak durmak istiyorsanız, hayata sürekli olumsuz bakan negatif insanlardan mümkün olduğunca uzak durun. Bu sizin için daha iyi olacaktır.’’

Otobüse bindiğim an okuduklarımı düşünmeye başladım. Bu sabah ben kendime ne kadar çok zarar vermiştim ve vermeye devam edecektim. Çünkü olumsuzlukla başlanan bir günde güzel bir şeyin olmayacağına da kendimi inandırmıştım. Hemen negatif düşünceleri zihnimden silip pozitif düşünmeliyim derken karşı koltukta oturan ellili yaşlarda, zayıf bir adam dikkatimi çekti. Adamın üzerinde yazdan kalma ince bir tişört, ayağında bir tarafı kopmak üzere olan terlik, elleri ise soğuktan mı, çalışmaktan mı çatlamış bilmiyorum. Şimdi karşımda bu adamı görerek ne kadar pozitif düşünebilirim ki derken içimde bir sızı hissettim. Adamın zavallı halimiydi beni üzen, kendi halime şükretmeyişim mi, bardağın dolu tarafına bakamayışım mıydı bilmiyorum.

Her insanın farklı bir yaşamı, farklı şeylerle mücadelesi vardı. Kimi bir dilim ekmeğe, bir ayakkabıya, bir kazağa, kimi para kazanabileceği bir işe, kimi sıcak bir yuvaya, kimisi yanı başında sıcak bir nefese veya en önemlisi sağlıklı bir yaşama muhtaç olarak yarından bir şeyler umarak yaşarken ben yarınlarımın aynı olmasından şikayetçiydim. Kendimi şöyle bir düşündüm ne bir dilim ekmeğe, ne hırkaya, ne de sıcak bir yuva ne de bir işe ihtiyacım vardı. Benim tek eksiğim bardağın dolu tarafına bakmayı bilmeyişim, pembe bir gözlük ile hayata ve yarınlara sıkı sıkı sarılmayışımdı. Şu anda benim acilen yapmam gereken şey yarınları farklılaştıracak kişinin yine ben olduğumu bilerek, bugünü dünden farklı kılacak bir şeyler yapmak için harekete geçmektir.

Otobüsten inmek üzere ayağa kalktığımda kafamdaki tek düşünce şuydu: ‘’Bugünün dünden daha güzel olup yarınların da bugünlerden daha güzel olacağıydı.’’













1 Ekim 2010 Cuma

ROMANTİZMİN VE ÖLÜM (1)

18. yüzyılda Fransa’da doğan bu akım 19.yüzyılda tüm Avrupa’ya yayılmıştır.

Romantizmi benimseyen sanatçılarda dizginlenemez bir duygu, coşku ve hayal vardır. Bu coşkularını toplumu eğitmek için bir araç olarak kullanmışlardır ve sanat toplum içindir anlayışı ile eserler vermişlerdir. Romantizmin etkisi ile eser veren yazarlar, kahramanlarını tek yönlü ele alırlar yani kişi ya iyidir ya da kötü. Roman bu ikisinin çatışması üzerine kurulur. Eser sonunda iyiler ödüllendirilir ve kötüler mutlaka cezalandırılır.

Türk edebiyatının romantizm ile tanışması Tanzimat Fermanı ile başlar. Bu dönemde batı edebiyatlarından birçok yeni edebi türler alınmıştır. Önceleri çeviriye ağırlık verilmiş, sonrasında da taklit yolu ile yeni eserler yazılmıştır. Duyguların ön planda olduğu eserlerde iyiler her zaman iyi, kötüler ise her zaman kötü düşüncesi bizim yazarlarımızca da benimsenmiştir. Bu dönem edebiyatımızda dikkati çeken bir diğer nokta ise ölüm temasıdır. Neredeyse her eserde ölümün soğuk yüzü karşımıza çıkar. Eserin kahramanı ya sevdiğini öldürür ya sevgilisinin verem olması, intihar etmesi gibi bir ölüm ile sarsılır. Yani Azrail, roman kahramanlarının yanından bir an olsun ayrılmaz.

Tanzimat ile sanatımızda görülmeye başlayan, romantizm akımının etkisi ile yazılan eserlerimizden sonu ölüm olanlara şöyle bir göz attım. Bunların içerisinde sadece evliliklerine ve aşklarına ölümle son verenleri bir gözden geçirdim.

Namık Kemal ‘in Akif Bey adlı oyununda bir deniz subayı olan Akif; Dilruba adında ahlak yönü zayıf bir kadın ile evlenir. Dilruba Hanım, çevresindekilere eşinin Sinop muharebesinde öldüğünü söyler ve yalancı tanıklar bularak bunu kanıtlar. Daha sonrasında başka biri ile evlenir. Akif Bey, bir süre sonra bunu öğrenir ve eşinden hemen boşanır ve biraz öfkeden, biraz sevgiden, biraz da öç almak amacıyla Dilruba Hanım’ ın evine gider ve Dilruba’nın kocası ile kavga eder ve kavga sonunda ikisi de ölür. Bu duruma çok üzülen Akif’in babası da Dilruba’yı öldürür.

Yine Namık Kemal’in Zavallı Çocuk Adlı oyununda da ölüm kavramı karşımıza çıkar. Ata, Halil Bey’in öksüz bir akrabasıdır. Bu yüzden Halil Bey tarafından eve alınır ve kızı Şefika ile birlikte onu da büyütür. Şefika bir zaman sonra zengin bir paşa ile evlendirilir. Fakat Şefika, Ata’ya aşık olduğu için mutlu değildir. Zamanla bu acıya dayanamaz ve hastalanıp yataklara düşmesinin ardından verem olduğu anlaşılır.O sırada tıbbiyede okuyan Ata hastalığı öğrenince okuldan izin alıp gelir. Şefika’nın ölmek üzere olduğunu görünce eczaneden aldığı zehri içer ve ikisi birlikte ölür.

28 Eylül 2010 Salı

SAFRANBOLU'DA KISA BİR GEZİ

HAFTA SONU GÜZEL BİR KAÇAMAK
Ankara’nın bunaltıcı ortamından uzaklaşmak ve özellikle de değişik ve güzel bir hafta sonu geçirmek için küçük bir kaçamakla Batı Karadeniz’e yola çıktık. Ankara’nın sıcağından kaçıyor olmak mı, yeni bir yerler görecek olmak mı yoksa bu büyüleyici manzara karşısında mest olmaktan mı bilemiyorum; ama içimde büyük bir sevinç var. Kıvrıla kıvrıla giden yollar, yemyeşil dağlar ve buz gibi suları olan çeşmeler insana büyük keyif veriyor.

Safranbolu tarihi ve doğal güzelliklerini merak ettiğim; fakat bir türlü fırsat bulup da gidemediğim dünyaca ünlü beldelerimizden biridir. İşyerimde bir arkadaşın Safranbolulu olması ve o hafta sonu arkadaşımın da Safranbolu’da oluşu bizi bu şehre bir adım daha yaklaştırdı. Keyifli bir yolculuktan sonra Safranbolu’ya ulaştık. Arkadaşlarımız bizi güzel bir kahvaltı yapmak için Kent Ormanı’na götürdü. Tertemiz havası, buz gibi suları, sessiz sakin bir ortamı ile buralara hayran kalmamak mümkün değil dedim kendi kendime…

Güzel sohbetlerin yapıldığı keyifli bir kahvaltının ardından hep birlikte Sadrazam İzzet Mehmet Paşa tarafından su kaynağından ilçeye su getirilmesi amacıyla yaptırılan 116 metre uzunluğunda olduğunu öğrendiğimiz İncekaya Su Kemerini görmeye gittik. Su kemerinden karşıya geçmek için yavaş ve emin adımlarla ilerlemeye başladık; fakat kemerin ortalarına geldiğim an başım müthiş bir şekilde dönmeye, ayaklarım da titremeye başladı. Geri dönmek için şöyle bir baktım arkama; ama anladım ki dönmek için çok geçti. Arkamdan gelenler vardı ve benim geri dönmem için onlarında geri dönmesi lazımdı; çünkü iki kişinin yan yana geçmesi oldukça tehlikeliydi. Ürkek adımlarla kimi zaman karşıya bakarak, kimi zaman da yere bakarak bu uzun maratonu tamamladım. Burası beni öylesine etkiledi ki gece yatağıma uzanıp gözlerimi kapadığım an gördüğüm tek şey bu su kemerinin orta yerinde olduğum ve karşıya geçmek için yavaş yavaş yürüyor olmamdı.
Safranbolu’nun çarpıcı, doğal güzelliklerinden biri de kanyondu. Kanyonun derinliği beni biraz ürkütse de kanyonu süsleyen rengarenk yaban çiçeklerinin ve yeşilin birçok tonunun bulunduğu ağaçların görüntüsü ve kokusu karşısında büyülenmemek mümkün değildi.
Sıcak hava bizi öylesine bunaltmaya başladı ki biraz dinlenmek istedik; fakat arkadaşım bir mağaraya gideceğimizi orada serinleyip dinleneceğimizi söyledi. Bana biraz tuhaf gelse de Mencilis Mağarasına doğru ilerlemeye başladık. Mağaranın yerini ve yüksekliğini görünce bu sıcakta ve yorgunlukta buraya çıkmanın oldukça zor olacağını düşünerek merdivenleri teker teker çıkmaya başladım. Mağaranın 2003 yılında restorasyonu tamamlanarak ziyarete açıldığını ve özellikle yabancılar tarafından sık sık ziyaret edildiğini söyledi arkadaşım ilk olarak. Daha sonra anlatmaya devam etti. :’’Mağaranın uzunluğu 6 kilometreyi buluyor; fakat mağaranın sadece 400 metrelik bölümü ziyaret edilebiliyor. Bu mağara Türkiye ‘nin 4. büyük mağarası olup sarkıtlar, dikitler, travertenler ve göletlerin güzelliği insanı büyülüyor.’’ dedi. Arkadaşımın anlattıklarını dinleyerek merdivenleri hızla çıkmaya başladığımı fark ettiğimde soluk soluğa kalmış, terden vücudum yapış yapış olmuş ve susuzluğum ise iyice artmıştı. Bir köşeye geçip oturup dinlenmeyi düşündüğüm anda mağaranın ağzına geldiğimizi fark ettim. Mağaraya girdiğim anda bambaşka bir dünyanın kapısını aralamış gibi hissettim kendimi. Mağaranın içerisindeki yeraltı deresinin şırıltısı ile ışıklandırmanın birleşimiyle ortaya çıkan büyülü havaya kendimi kaptırıp mağaranın derinliklerine doğru ilerlemeye başladım yüzümde kocaman bir tebessümle...Tenimi okşayan güzel, tatlı bir serinlik yorgunluğumu ve susuzluğumu bir anda alıverdi. Mağaranın duvarındaki taşlar, değişik renk ve şekiller oluşturarak ziyaretçilerin hayal gücünü geliştirmek için adeta birbiriyle yarışıyor. Böylesine güzel ve serin bir yerden ayrılmak istemesem de daha görmem gereken bir sürü güzellik var diye mağaranın merdivenlerini yavaş yavaş ve gözüm arkada olarak bırakmak zorunda kalıyorum.
Hıdırlık Tepesi de görülmeye değer bir yerdir diyor arkadaşım ve hemen yönümüzü belirlemenin verdiği rahatlıkla yola koyuluyoruz. Safranbolu’ya şöyle bir tepeden baktım ve Safranbolu’nun evlerini, camilerini, hanlarını, hamamlarını kısaca Safranbolu’yu tanıttı arkadaşım bana buradan. Buram buram tarih kokuyor burası, tarihe tanıklık eden binalar her şeye rağmen ayakta durmak için zamanla, insanlarla ve mevsimlerle mücadele ediyor adeta.
Haydi bakalım şimdi Kaçak Cami’ye gidiyoruz dedi arkadaşım. Bir dere üzerine kemerle kurulmuş olan caminin içini görmek için kapısına yöneldiğimizde, camiye en yakın evden bir kadın yanımıza gelerek önce hoş geldiniz diyor, sonrasında caminin 3-4 gündür kapalı olduğunu söylüyor. Neden kapalı dediğimizde caminin hocasının 3-4 gündür ortalıkta görünmediğini söylüyor.
Şimdi de Köprülü Mehmet Paşa Cami ve bahçesindeki güneş saatini görmek için yürümeye başladık. Safranbolu’nun ‘’Şehzadeler Şehri ‘’diye bilindiğini ve şehzadelerin burada eğitim aldığını ve burada saray mutfağının yaygın olduğunu öğreniyorum
Daha bahsetmediğim o kadar çok tarihi ve doğal güzelliği var ki bu beldenin hani derler ya anlatılmaz yaşanır diye işte öyle bir şey anlatılmaz gezilir, görülür ve sevilir diyorum. Güzel bir tatil yapmak, yaşadığınız stresli şehirden kaçmak isteyenler için gidebilecekleri harika bir yer…Fakat benim tavsiyem en az iki gününüzü ayırmalısınız bu şirin ören yeri için…

22 Haziran 2010 Salı

FARELER VE İNSANLAR


Zeki, kendine güvenen bir adam olan George Milton ile iri yarı, uzun boylu, çok güçlü;ama kendi başına hareket edemeyen, sevdiği şeyler dokunma hastalığı olan, akli dengesi bozuk Lennie Small, Amerika’da çiftlikten çiftliğe dolaşarak iş arayan göçmen toprak işçilerinden ikisidir. Şimdiye kadar gittikleri bütün çiftliklerde Lennie yüzünden kovulmuşlardır. Son olarak bir tanıdığın yardımıyla bir çiftlikte iş bulurlar.George ve Lennie’nin hayalleri vardır.Para biriktirecekler ve biriktirdikleri para ile bir çiftlik satın alacaklar, bu çiftlikte çeşitli hayvan besleyecekler ve tarımla uğraşacaklardır. Lennie’in tüylü şeylere dokunmayı çok sevmesi yüzünden önce bir fare, sonra bir köpek, sonra da Curley’in karısını yanlışlıkla öldürmesi ile kahramanlarımızın hayalleri suya düşer. Sonrasında ise diğer işçiler gibi yalnızlık ve acı dolu bir hayat sürmeye mahkum olduğunu anlayan George, arkadaşının intikam peşindeki Curley tarafından vahşice öldürülmesini istemez. Lennie'yi onlardan önce bulur, hayallerindeki çiftliği anlatarak sakinleştirir ve kafasının arkasına dayadığı silahı ateşleyerek öldürür.
Ünlü yazar John Steinbeck, Fareler ve İnsanlar adlı bu eseri ile 1962 yılında Nobel Edebiyat Ödülü kazanmıştır. Steinbeck bu romanında insan olmanın doğasını ve bireyin evrende kendini konumlandırma çabasını açıklamaya çalışır. Steinbeck bu yolla, birçok temaya değinir: hayaller, yalnızlık, zenginliğin zulmü getirmesi, güçsüzlük ve geleceğe güvenle bakamama ya da kadercilik. Ele aldığı konuları kendine özgü, yalın ve alçakgönüllü bir dille aktaran ve sürükleyici birçok romana imza atan yazarımızın bu kitabı, ötenaziyi desteklediği iddiası, küfürler ve ırkçı ifadeler içermesi ve genel olarak karakterler tarafından bayağı ve saldırgan bir dilin kullanılmasından dolayı ABD'de bir dönem birçok halk kütüphanesinde yasaklandı ve okulların müfredatından çıkarıldı.Aynı zamanda Fareler ve İnsanlar, ABD’de 21. yüzyılın en fazla sorgulanan kitapları arasında yer almış olup çok fazla sansüre uğramıştır.Bu yasakların, sansürlerin ve kısıtlamaların bir çoğu daha sonra kaldırıldı. Eser halen ABD, Avustralya, İngiltere, Yeni Zelanda ve Kanada'daki ortaöğretim okullarında, okunması zorunlu kitaplardan biridir…
Kesinlikle herkesin okuması gereken bir kitap…

ISSIZ VE SESSİZ AĞLAR YÜREK


Edebiyat dünyasında adını yeni duyduğum yazarımız Buket Güçbey’in yeni kitabı gerek kitap satış sitelerinde gerek kitapçılarda yerini almaya başladığı an dikkatimi çekmişti. Oldukça güzel yapılan kapak tasarımı kitabın içeriğini ve yazarın dilini merak etmemi sağladı.
Bizler için küçücük, değersiz ve günümüzde kullanılmayan bir oyuncak olan rengarenk bir topaç ile yazarımız eserini kurgulamaya başlamış. Rengarenk bir topacı, mahallelerine yeni taşınan Buğra’ya hediye eden Nazen’in yaşadıklarını okurken kendinizden bir şeyler bulacaksınız. Buğra ile Nazen yıllar sonra bir tesadüf sonucu karşılaşacak ve topaç bu ikiliyi yakınlaştıracak.Buğra edebiyat fakültesini okumuş bir genç olup sevgilisine aşk dolu güzel sözler söylemenin yanı sıra Türk Edebiyatının büyük şairlerinden Nedim’den de güzel dizeler okuyarak sevgisini göstermeye çalışacak Yazarımız divan edebiyatından birkaç dize ile süslediği eserinde aynı zamanda pek alışık olmadığımız iç seslere de yer vermiştir.Ara ara eklenen bu iç sesleri okurken kendi kendimizle konuşuyor gibi olsak da yazarımız bu iç seslerde biraz da kendi ustalığını göstermek istemiş.bence Buket Güçbey, bize ait duyguları benzetmelerle, hayallerle ve öylesine güzel bir dille ifade etmiş ki bir nevi bize ait duyguları süsleyerek tekrar bize sunmuş.Güzel bir aşkın yanı sıra farklı duygulara bürünmemizi sağlayan bu kitapta sadakat, dostluk, aile bağları, zamanın önemi, ve en önemlisi de vatan sevgisi gibi temalar akıcı bir şekilde anlatıldığını, görmekteyiz.
Yeni bir yazarı tanımak isterken farklı tarzda yazılmış bir kitap okuyup büyük zevk almak isteyenlere tavsiye edeceğim sürükleyici bir kitap.

11 Haziran 2010 Cuma

ELİF ŞAFAK - SİYAH SÜT


Elif Şafak Türkiye’nin en çok okunan kadın yazarından biridir. Sadece yurt içinde değil, yurt dışında da büyük ilgi gören yazarımız 2006 yılından önce de birden fazla kitap yazmasına rağmen 2006 yılında yazdığı Baba ve Piç kitabıyla uluslararası anlamda kendini tanıtmıştır. ‘Baba ve Piç’ isimli romanındaki karakterlerinden birini 1915 olayları hakkında konuşturmasından dolayı hakkında açılan ‘Türklüğe hakaret’ davasıyla Türkiye onu tanımaya başladı. Dava düştü; ama edebiyattaki yıldızı giderek parladı. Şafak ‘ın yirmiden fazla dile çevrilen kitapları genellikle yazıldığı dönemin en çok satılanları arasında yer almıştır. Yazarımız aynı zamanda çeşitli gazetelerde köşe yazarlığı yapmış olmakla birlikte yazdığı makaleleri yabancı dergi ve gazetelerde de yayınlanmıştır.
Elif Şafak ‘ın ilk otobiyografik romanı olan Siyah Süt, yazarın kızının doğumundan sonra girdiği post-natal (doğum sonrası) depresyonu anlatıyor. Bir tarafta müthiş kutsallaştırılmış bir annelik anlayışı, öbür tarafta kadın dergilerinin ve medyanın pompaladığı süper dişi, süper yazar imajı , bir de kariyerde yaparım çocukta yaparım diyen ikinci bir söylem arasında sıkışıp kalan loğusa bir kadın ele alınmış. Doğum sonrası bir çok annenin başına gelen yalnızlık ve çaresizlik hislerini, post-natal depresyon tanımı altında ele alıyor ve çok üretken bir yazarın yazma ve yazamama ikilemine ışık tutuyor. Yeni anne olan bir kadın yazarın, annelik-yaratıcılık ve kendi yazarlık serüveniyle olan iç hesaplaşmasını konu alan roman, diğer Elif Şafak romanlarından farklı olarak yazarın iç seslerine dair ipuçları da veriyor. Bu kitabı okuyanların hayal kırıklığına uğrama sebebi de aslında bu iç seslere çok fazla yer verilmesidir. Yazarımız içinde bulunduğu sıkıntılı dönemi anlatırken okuyucuyu da sıkıntıya sokmuştur. Zaten bu kitabı en iyi anlayacak kişilerinde doğum sonrası depresyon yaşayan kadınlar olduğunu ifade edip okunduktan sonra unutulması gereken bir kitap olarak tanımlıyor.

9 Haziran 2010 Çarşamba

KAVİM VE AHMET ÜMİT

Anadolu toprağında Müslüman , Hıristiyan, Ermeni, Kürt, Süryani gibi farklı din ve kültürden insanların yıllarca iç içe yaşadığını, Mezopotamya’nın bir zamanlar dünyanın ticaret merkezi olduğunu ve Anadolu‘nun Antik Yunan’a, Sümerler’e ve çeşitli Anadolu uygarlıklarına kadar dayanan köklü bir geçmişe sahip olduğunu düşünmemizi sağlayan ender kitaplardan biridir Kavim.
Ahmet Ümit, Kavim kitabını kaleme alacağında, kafasında oluşturduğu konu ile ilgili derin araştırmalar yapıp üzerinde uzunca düşündükten sonra olayları çok güzel kurgulamıştır. Kitabın sonunda verdiği kaynak listesi de bu düşüncemizi doğrular niteliktedir. Geçmişle günümüzün iç içe geçtiği bir kitap olmakla birlikte yaşadığımız toprakların kültür bakımından bir hazineye sahip olduğunu ve bu eşsiz hazineyi değerlendiremediğimizi vurgulayan oldukça sürükleyici bir eserdir. Kitapta ilginç cinayetler birbirini izliyor ve her karakter kendi akıl oyununu diğerine kabul ettirmeye çalışıyor. Romanın başından sonuna kadar devam eden gerilim, kovalamaca, kaçış ve zekice işlenen bir dizi cinayet ve merak edilen son…
Kabzasında haç işareti bulunan bıçakla öldürülmüş bir adam ve ölen adamın kanıyla sadece bir satırı çizilmiş Kutsal Kitap açık bırakılmış ve üstelik kitabın kenarına bir azizin adı yazılmış. Olayı çözmekle görevli polislerin Hıristiyanlık, Süryanilik,Arap Aleviliği gibi dini konularda araştırmalar yapıp İstanbul’dan Mardin’e uzanan cinayetleri çözmeleri gerekir. Çok heyecanlı, gerilimli bir polisiye ile karşı karşıyayız. Bu kitabın bize Türkiye ‘nin yakın geçmişi ve bugününe dair bir şeyler anlatmak, bizleri düşündürmek istediği de kesin. Kavim, sade ,anlaşılır bir dille yazılmış olup oldukça etkileyici, bilgi dolu, sürükleyici bir kitap.

Günümüzde polisiye romanlarıyla tanınan Ahmet Ümit, sadece roman değil bazı gazete ve kültür - sanat dergilerinde yayınlanan şiir, hikaye ve yazıları da oldukça başarılıdır. Bazı öykü ve romanları sinema ve dizilere uyarlanmış olup reklamı pek yapılmayan değerli sanatçılarımızdan biridir.

YURDUMU ÖZLEDİM- GÜLTEN DAYIOĞLU

Gülten Dayıoğlu, günümüz Türk edebiyatının başarılı yazarlarından biridir. Özellikle çocuklara yönelik öykü ve romanlarıyla tanınan yazarımız gerek kullandığı sade dil, gerekse akıcı bir üsluptan dolayı ilköğretim öğrencileri tarafından beğeniyle okunmaktadır. Yazarımız, ağır tarihsel ve sosyal olaylara değindiği kitaplarında bile kullandığı dil sayesinde yediden yetmişe herkesin zevkle okuyup bir şeyler öğrenebileceği kitaplar yazmıştır. Özellikle, ilköğretimdeki çocuklarımıza okuma sevgisini aşılaması bakımından önemli bir kaynak olduğunu düşünüyorum.Yurdumu Özledim, isimli kitabı da bunlar arasındadır.
Yurdumu Özledim, dış göç sorununu çarpıcı ve canlı örneklerle gözler önüne sermektedir.Yazar bu kitabında Almanya’ya giden ve orada yaşamak zorunda olan bir ailenin sıkıntılarını bir çocuğun yaşamından yansıtmaktadır. Ülkesinde çok mutlu olup herkes tarafından sevilen, başarılı bir çocuğun, gittiği ülkenin dilini bilmediği için çevreye, okula, yaşıtlarına ve o ülkenin yaşam koşullarına ayak uyduramadığı için dışlanmış, küçümsenen mutsuz halini çok etkileyici bir biçimde bizlere gösterirken vatan, millet ve dil sevgisinin önemini yazarımız güzel bir şekilde vurgular. Yurdumu Özledim romanında dış göç sorununun çocuk boyutuna dikkatleri çeken yazarımız iki kültür arasına sıkışan ve her geçen gün yurdunu daha çok özleyen bir çocuğun psikolojisini bizlere aktarmıştır.
dikkatleri çeker.
Yazarımızın dili kullanmaktaki ustalığı her satırda kendini belli etmektedir. Çocuklarımıza vatan, millet sevgisini verip dilin önemini kavratmak için okunması gereken kitaplardan biridir diyorum. Dili, üslubu, konusu ve okurken yaşanılan duyu seliyle özellikle çocuklarımızın okuması gereken harika bir kitap…

İNCİ JOHN STEİNBECK


John Steinbeck’in üç kitabını okuduğumda üçünün de hep acı sonla bitmesi ilgimi çekmişti. Steinbeck’in hayatına bir göz attığımızda yoksul bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş. Öğrenimini sürdürebilmek için devamlı çeşitli işlerde (duvarcılık, boyacılık, kapıcılık, eczacılık) çalışmış; buna rağmen öğrenimini tamamlayamamıştır. Öğrencilik yıllarında yazmaya başlamış. Eserlerinde işçileri, yaşam koşullarını ve ilişkilerini işlemiş.
Son okuduğum İnci adlı kitabında da yine aynı acı son vardı. Kitabın kısa bir özetini yapacak olursam: Fakir bir ailenin sıkıntılı bir gününde gerek rahatlamak gerekse ekmek parası bulmak için kahramanların denize açılması ile başlar. O gün denizden güzel ve büyük bir inci bulurlar. İncinin bulunması ile kötü giden hayatlarının değişeceğini ve güzel günlerin başlayacağını düşünürler. Fakat inci ile birlikte sıkıntılarının daha da artığının farkına varmazlar. Ekmek kavgası yerine hayatta kalma mücadelesi başlamıştır, onlar için. Hikayenin sonunda biricik evlatlarını inci uğruna kaybeden roman kahramanlarımız, kötülüklerden korunmak için inciyi tekrar denize atarlar. Böylece hikayenin başında inci ile umutlanan ailenin hayalleri de suya düşmüştür.
Hikayeyi okurken acıdığımız o insanların mutlu olmayı hak ettiklerini düşünür, ister istemez o kahramanların yerine kendimizi koyarız. İncinin bulunmasıyla başlayan paranın, insanı değiştirip değiştiremeyeceği, kişiliğin bozulup bozulamayacağını düşünmeye başlarsınız ve ben olsaydım ne yapardım diye hayal kurmaktan kendinizi alıkoyamazsınız. Tam böyle bir hayalin içindeyken hikayenin sonu gelir ve kendinizle ilgili kurduğunuz hayaller biter.

BEYAZ ZAMBAKLAR ÜLKESİNDE (GRİGORİY PETROV)

Bataklıklar ve taşlardan oluşan bir ülkenin beyaz zambaklar ülkesine nasıl dönüştüğünü anlatan bir kitap… Kitabın kapak kısmında kırmızı bir şerit içinde ‘Atatürk’ün Askeri Okullar Müfredatına Konulmasını Emrettiği Kitap’ yazısı dikkatimi çektiği için okumuştum. Ayrıca bu kitap Atatürk zamanında ilk defa Türkçeye çevrilmiş ve askeri okullara zorunlu tutulmuş. Bu kitabı bu denli önemli kılan neydi? Bu merakımı gidermek için hemen okumaya başladım. Büyük bir merakla başladığım bu kitabı bitirince içimde büyük bir umut oluştu.
Kitabın başında üç milyon nüfusa sahip Finlandiyalıların, İsveçliler tarafından kendilerine bırakılan bataklıkları ve taşları nasıl verimli arazilere dönüştürdüklerini anlatıyor. Bu bataklıkların kurutulması çok ilginçti. Sokak ortalarında kaya parçaları varmış. Finliler bu koca taş yığınlarını alıp bahçelere, parklara dönüştürüp bunların üzerine verimli topraklar döküp burada ağaçlar, çiçekler yetiştirmiş. Bir avuç Finli aydın öncelikle öğretmenleri, din adamlarını ve avukatları aydınlatıp sonra halkı birlik haline getirmek için seferberlik başlatmış. Halk, yoksulluğa ve elverişsiz doğa koşullarına rağmen tüm meslekten insanlarla bir dayanışma sağlayıp tüm insanlığa örnek bir ülke ortaya çıkarmışlar. Finlandiyalılar ülkelerinin geri kalmışlığı ile mücadeleyi kazanmış; fakat bu durum diğer gelişmiş ülkelerin hoşuna gitmemiş. Güzel bir plan kurmuş ve Finli gençleri ‘İngiliz Usulü’ hayata alıştırmışlar. Gençler sapkın yaşam tarzı, sigara, alkol ve özellikle de futbola alıştırılmış. Birçok genç bu şekilde sömürülmüş. Özellikle futbol yüzünden işgücü iyi olan gençler gerek izleyici gerek oyuncu olarak futbolla uğraşmış. Bu durum ülkeyi hem ekonomik hem de ahlaksal olarak bir çöküşe uğratmış. Aydın kesim bu defa gençleri bu durumdan kurtarma mücadelesine girişmiş ve bunu da başarmış… Üç milyonluk bir ülkenin cahillik ve yoksulluğa karşı verdiği müthiş mücadele, benim ülkemin de cahillikten ve yoksulluktan kurtulabileceğine dair umutlar oluşturdu içimde…