28 Ocak 2011 Cuma

MESNEVİDEN GÜZEL BİR HİKAYE...


AVCININ HİLESİ


Bir avcı kuşları kolayca yakalayabilmek için kendini ağaç dalları, otlar ve yapraklarla gizleyip çayırlığa oturdu. Önüne bir tuzak kurup, bir avuç buğday attı. Hiç hareket etmeden beklemeye başladı. Bu sırada karnı iyice acıkmış bir kuş gelip, yakınına kondu. Onu böyle sessiz sedasız oturur görünce:

-Sen ne yapıyorsun burada? diye sordu.

Avcı:

-Dünyadan elini eteğini çekmiş bir zahidim ben! diye cevap verdi. Hiç kimsenin işine karışmıyor, burada kendi halimde yaşıyorum...

Kuş:

- O buğdaylardan biraz yiyebilir miyim? dedi.

- Bilmem ki dedi avcı, bir yetimin emaneti bana... Ama karnın çok acıkmışsa gel ye!

Kuş, avcının gizli niyetlerinden habersiz, onu iyi yürekli ve dünya işlerinden uzaklaşmış bir zahid kimse olarak kabul edip buğdaylara saldırınca, hileci avcının ellerine düştü. Aldatıldığını anladığında ise iş işten geçmiş, tuzakta binlerce feryada başlamıştı.

Avcı:

-Görünüşe ve söylenen her söze inanırsan sonun böyle olur işte diyordu. Tuzağa yakalandıktan sonra feryadın ne faydası var? Uygunsuz hırs ve hevesler canların düşmanıdır. Önemli olan tehlike gelmeden önce uyanık ve tedbirli olmaktır. Felaket tufanından sonra ağlayıp sızlamışsın neye yarar?.

20 Ocak 2011 Perşembe

BUKET UZUNER/ GELİBOLU





Çanakkale gezisi dönüşünde elime ikinci kez aldığım bu kitap benim için daha bir anlam kazanmıştı. Çünkü görmüştüm şehit kanlarıyla sulanan bu toprakları, o güzel havasını solumuş, soğuk havasını iliklerime kadar hissetmiştim bu güzel şehrin. Gelibolu kitabı tarihsel bir roman olsa da olaylar kurgu ve hayal ürünü olduğu için ne ile karşılaşacağınızı, sonunun ne olacağını tahmin edemediğiniz için merakla okuyabileceğiniz bir kitap diyebilirim.

Olaylar 1915 Çanakkale Savaş’ında bir Osmanlı teğmeni ile Anzaklı bir askerin bir tesadüf belki de bir mucize eseri karşılaşıp savaşa, ölüme dayalı bir hayatın ortasında bu tüm insanlığa ders veren kardeşliğini sade bir dille ele alan kitabı bir solukta okursunuz.

Anzaklı bir kız olan Victoria, Çanakkale savaşında dedesini kaybetmiştir. Dedesine dair bir iz bulmak, hiç olmazsa mezarına ulaşmak için atalarını ziyaret etmeye gelen binlerce Anzaklının arasına katılarak Çanakkale’ye gelir. Victoria buraya geldiğinde kendi dedesi yani Er John Taylor’un bir benzeri olan Gazi Ali Can Çavuş’u hem anlatılanlara göre hem de resimlerindeki benzerliklerine göre kendi dedesi olduğunu düşünür. Bu düşüncesini köylülere anlatınca, onlar ise bu durumu kendilerinin yıllardır kahraman olarak gördükleri Ali Can Çavuş’un üzerine atılan bir leke olduğunu düşünürler. Bu konuda Victoria’ya yardımcı olmak istemezlerse de Türk misafirperverliğinin verdiği nezaket nedeniyle Ali Can Çavuş’tan miras olarak kalan tek canlı hatıra, kızı yani Beyaz Hala’ yla konuşmasını sağlarlar. Bu konuşmada gerçekler su yüzüne çıkar. Fakat bu durumun uluslar arası bir sorun haline gelmesinden çekinen Beyaz Hala ve Victoria bu gerçekleri bir sır gibi saklamaya karar verir.

Yazarımız bu kitapta Çanakkale’ye ait efsanelere ve hikâyelere yer vermemiştir, sadece hayalinde canlandırdığı bir olayı çok çarpıcı, etkileyici ve yalın bir dille anlatmış. Buket Uzuner bu kitapta yarattığı karakterler ile milliyetçilik, yurtseverlik kavramlarını çok güzel vurgulamıştır. Çanakkale Destanımıza ait farklı bir kitap okumak isteyenlere tavsiye ederim

























17 Ocak 2011 Pazartesi

ÖLÜLER SENFONİSİ - ABBAS MAROUFİ



“Ölüler Senfonisi” adlı yazı başlığına tüm dikkatimi verip kapak resmi ile arasındaki kompozisyonu düşünmeye başladım. Kapak resmi o kadar sade olmasına rağmen çok şey anlatıyordu bana. Yalnızlık, hüzün, acı ve ölüm duygularını içinde barındıran, mutluluğu yıllar önce kaybeden insanların dramının ele alınacağını düşündüğüm kitabı elime alarak incelemeye başladım. Yazarı Abbas Maroufi ‘ydi. Adını ilk kez duyduğum bu yazarın İranlı olup ve evrensel olguların vazgeçilmez anlatıcı olduğu yazıyordu kitabın tanıtım kısmında. Aynı zamanda bu eserin 2007 yılında İngiltere’de yılın en iyi 100 kitabı arasında gösterildiğinden de bahsediyordu. Yeni yazarlar tanıma serüvenine başladığım bu günlerde hemen bu kitabı almaya karar verdim.


Kitabın okumaya başladığım an sık sık geriye dönmeye başladım. Konu oldukça güzel olmasına rağmen ya tercümeden kaynaklanan ya da yazarın tarzından dolayı oldukça zorlandım. Anlamakta güçlük çekip her fırsatta geriye dönmek beni oldukça yormasına rağmen kitabı okuyup bitirmeyi düşünüyor ve İngiltere’de bu kadar beğenilen bir kitabın nasıl olduğunu merak ediyordum.

Kitapta olaylar bir ailenin mutsuzluğu üstüne örülse de Aydın isimli karakter ön planda tutulmuş. Aydın çocukluğundan beri babasından gerek psikolojik gerek fiziksel şiddet gören ve buna rağmen ideallerinden vazgeçmeyen bir şair. Aydın’ın kıskanç, açgözlü ve babası tarafından en çok sevilen ve babasının yanında çalışan kardeşi Orhan karakteri ile kardeşler arası ayrım yapılmasının kardeşlerin arasının nasıl açıp sevgi ve saygının yitirildiğini gözler önüne seriyor. Aynı zamanda Aydın’ın ikiz kardeşi Ayda diye bir kız var ki bu kız da babası tarafından dışlanan ve kara peçelere büründürülen ve yabancılar görmesin diye dışarıya çıkarılmayıp gün yüzüne hasret kalan hasta bir kız olarak karşımıza çıkıyor. Kitapta bir de Aydın’ın genç yaşta bir kaza sonucu yatağa mahkûm olan kardeşleri Yusuf var; fakat Yusuf ara karakter olarak ele alınmış. Babayı ve dört çocuğu idare etmek için arada kalan ve kocasına karşı gelemeyen astımlı bir annenin ailesini bir arada tutmak için verdiği mücadele dile getiriyor.

Olayları ve konuları yarım bırakan yazarımız, zamanlar arası hızlı geçişler yapmasından dolayı okuyucuyu zorlayacak bir tarz kullansa da ilerleyen sayfalarda oldukça hareketlenen bir roman olduğunu kabul etmiştim. Fakat kitabın sonuna doğru zamanların karmaşıklığı biraz daha artınca kitabı anlamak da oldukça zorladım. Ne kadar zorlansam da insanların zalimliğinin ve farklılıkları kabul etmeyişinin bir aileyi ne hale getirebileceğini gösteren yazarımız, kendine özgü bir tarz ile güzel bir kitap yazmış diyebilirim. Kitap okumayı seven, farklı tatlar alıp farklı yazarlar tanımak isteyenlere tavsiye edeceğim bir kitap diyebilirim.

11 Ocak 2011 Salı

GÜZEL BİR TAVSİYE...

Afyon Final Dershanesi çalıştığım 2003 yılı Mart ayında dershane tarafından Çanakkale’ye bir gezi düzenlendi. Tüm öğretmen arkadaşların ve diğer personelin katılımıyla gece yarısı otobüslerle yola çıktık. Destanımıza, başarılarımıza, kahramanlıklarımıza dair birçok şey okumuş ve izlemiş olsam da şu ana kadar hiç görmemiştim Çanakkale’yi. Her karış toprağı kanla sulanan bu toprakları biraz geç de olsa görecek olmak beni heyecanlandırmıştı.


Buz gibiydi Çanakkale’nin havası, insanın içini titretiyordu; ama mutluluk veriyor, coşturuyordu yürekleri… Ne de olsa savaş yıllarında Türk milletinin umudunu artırdığı için bu topraklar zaferin müjdecisiydi.

Çanakkale Final Dershanesindeki Tarih öğretmeninin rehberliğinde gezdik bu güzelim şehri. Adeta adım adım gezdik bu toprakları… Her köşesine ait bir efsane, bir olay, bir kahramanlık, bir destan dinledik rehberimizden. Askerlerimizin ve devletimizin içinde bulunduğu yokluğu ve zorluğu dinleyip o günleri düşününce içimiz acıdı, gözlerimiz doldu; ama kahramanlarımızın gücünü, cesaretini ve büyüklüğünü duyunca gururdan içimiz neşeyle doldu ve neşeyle hüznü aynı anda yaşattı bu topraklar bize…

Çanakkale, yerli ve yabancı turistlerin ziyaretleriyle canlanır, neşelenir diyordu rehberimiz. Gerçekten bu şehrin sokakları; kültürü, dili, devleti, dini farklı insanlarla renklenmişti. Bir zamanlar savaşın acımasızlığı ile birbirini öldürmek için karşı karşıya gelen farklı milletler kendi tarihine dair bir şeyler öğrenmek, atalarını anılarda olsun yaşatmak ve atalarının can verdiği toprakları görmek için adeta akın etmişti buraya… Fakat işin en acı tarafı Türk’ten çok yabancılar vardı her yerde. Onlar da atalarının mezarlarını ziyaret ediyor ve rehberlerinin anlattıklarını can kulağıyla dinliyorlardı. Bir an için merak ettim neyi bu kadar dikkatli dinliyorlar ve neye bu kadar şaşırıyorlardı. Atalarının buraya neden geldiğine mi, atalarının buralarda ne işi olduğuna mı şaşırıyorlardı, yokluk içerisinde olan bir millete, atalarının nasıl yenildiği düşünüp atalarına mı kızıyorlardı yoksa sömürge devletlerinin oyununa nasıl geldiklerini mi dikkatlice dinliyorlardı? Belki de yoksulluk ve yoklukla boğuşan Türk milletinin her şeye rağmen tarihe altın harflerle yazdığı kahramanlık destanını dinleyip şaşıyorlardı.

Bu güzel ve anlamlı gezi ile Çanakkale ‘ye olan ilgim biraz daha arttı ve bu topraklarda yazılan büyük destanımıza dair 2001 yılında yeni çıkan ve satış rekorları kıran Gelibolu kitabı benim için daha bir anlam kazanmıştı dönüş yolunda tekrar okumuştum.

Bu yıl neler yapacağınıza dair planlarınızı yapmaya başladığınız şu günlerde sizlere tavsiyem mart ayında bir geziye katılmanız. Tarihimiz hakkında bilgilerinizi o mekânları görerek pekiştirmek, o manevi havayı solumak için özellikle de bir rehber eşliğinde atalarımızın destan yazdığı Çanakkale’yi ziyaret etmeyi planlarınız arasına almanızı tavsiye ederim.



7 Ocak 2011 Cuma

AŞKIN GÖZYAŞLARI-SİNAN YAĞMUR

Satış rekorları kıran Aşkın Gözyaşları kitabını en sonunda okuyup bitirdim; ama bitmesini hiç istemeyerek, içim acıyarak kimi zaman gözyaşlarıma hakim olamayarak, kimi zamanda yüzümdeki tebessüme engel olamayarak okudum. Kitabı özetlemek isterim; ama zaten herkes Mevlana ve Şems’e dair, onların dostluğuna, aşkına dair bir bilgiye sahiptir. Ayrıca bu aşkı özetlemeye ne benim yüreğim ne de benim kelimelerim yeter.


Daha öncesinde Mevlana ve Şems aşkına, dostluğuna dair Elif Şafak’ın Aşk, Ahmet Ümit ‘in Bab-ı Esrar kitaplarını okumuştum. Bu kitaplardan da çok farklı, güzel tatlar almış ve gerçek anlamda etkilenmiştim. Yine aynı konuda yazılan; fakat farklı bir yazarın kaleminde yeşeren bir aşk diye düşünerek kitaba başlarken, Sinan Yağmur’un kitabın önsözüne Şems’in ağzından yazdığı cümleleri okuyunca daha bir merakla başladım kitabı okumaya: “Tasavvufun tozunu yutmayanlar, Konya’nın yolunu tutmayanlar ne derece doğru anlayabilirler beni. Beni anlamayanlar, bana ait olmayan sahte düşlerini benim üzerimden taşıma cüretini nasıl bulabildiler? Yediğim bıçak darbelerinden daha derin acılar verir ruhuma beni olduğum gibi görmeyen yazılar. Ben ki kuralları yıkmaya gelmiş Şems, ben ki dünya nimetlerini elinin tersi ile itmiş Şems, nasıl olur da 40 kural yaftasını yakıştırırlar bana. Neden kendi entrikalarının ortasına yerleştirirler beni.” Yazıyor bir de satış rekorları kırmak için Şems ve Mevlana’nın, Konya’nın yanlış anlatıldığından bahsediyordu.



Yazarımız Sinan Yağmur gerek Konya ilahiyat mezunu olması, gerek yıllarca Konya’da yaşayıp bu havayı solumuş olması ve en çok da kitabın sonunda birçok profesörün isminin geçip bu profesörlerin bilgilerine başvurulmuş olması kitabın gerçekliği konusunda beni etkiledi ve okuduğum diğer kitaplardan farkını öğrenmek için kitaba büyük bir merakla başladım.

Kitap, Şems’in ağzından anlatılıyor ve Şems'in çocukluğuna ve Mevlana'dan önceki hayatına dair de bilgilerle sade bir dille başlıyor. Şems’in Konya ve Tebriz halkını nasıl sınavlardan geçirdiği ve en önemlisi de Mevlana'yı ne tür sınavlardan geçirdiği nasıl başarılı olduğu da anlatıyor Şems’in çocukluğundan ölümüne ve hatta ölümünden sonra yaşananlara değinirken Mevlana ve Şems aşkını, dostluğunu etkileyici bir şekilde kaleme alıyor. Ayrıca Mevlana’nın oğlu Alaadin’in Şems’e olan nefretine rağmen zamanla hatasını anlayıp Konya’yı terk etmesi ve Şems’in öldürülmesi olayına karışmamış olmasından bahsediyor oysa diğer kitaplarda Şems’i öldürenler arasında Alaadin’in de yer aldığı yazıyordu. Kimya Hatun'un ve Şems arasındaki saf aşkı, Kimya Hatun'un intihar değil de hastalık nedeniyle öldüğünü, Şems’in Kimya Hatun’a ne kadar değer verip hastalığında ona nasıl destek olduğunu ve ölümünden dolayı Şems’in sözleri ve yaşadıklarını okurken yüreğinizin acıdığını hissedeceksiniz. Bir insanı hiçbir karşılık beklemeden sevmenin ne kadar güzel ve yüce bir duygu olduğuna inanacaksınız.

Uzun süre etkisinden kurtulamayacağınız kitaptaki bazı yerdeki mecazlı söyleyişler anlamayı zorlaştırsa da hayata, yaşananlara bir de Şems’in gözünden bakmak için bu kitabı herkese tavsiye ederim.

.

3 Ocak 2011 Pazartesi

MUSTAFA KEMALİMİ VURDULAR- CENKUT YILDIRIM



Kitapçının önünden sakin sakin geçerken bir an dikkatimi Büyük Önderimizin bir at üzerinde, ateşlerin ortalığı kızıl renge boyadığı savaşta, karanlık bir geceye inat kendinden emin bir şekilde herkesi selamlarken ay gibi parlayıp etrafını aydınlatan ve Türk milletine umut saçan, mutluluk veren ve en önemlisi de galibiyeti simgeleyen o güzelim resmi oldu. Hafif bir tebessüm ile Atamızın başarısını düşünürken dikkatimi afişin başlığı çekti. Tebessümüm bir anda hüzne ve öfkeye döndü. Çünkü şöyle yazıyordu:”Mustafa Kemalimi Vurdular”

Bulmalıydım bu kitabı ve hemen incelemeliydim… Böyle kitap mı olur? Ulu Önderimizin büyüklüğüne, yenilmezliğine gölge mi düşürmeye çalışıyorlar diye hemen kitapçıya girdim. Biraz öfke biraz da hüzünle bu kitabı aramaya başladım. Rafların ön sıralarında yer aldığı için kitabı kolaylıkla bulup önce sayfalarına şöyle bir göz attım ve kitabın arka sayfasında yer alan tanıtım yazısını okudum. Şöyle yazıyordu:

“Kanımca, kazanımlarımızın farkında olmayan bir toplum olma özelliğimiz, eğitimle başlıyor. Bize okullarda yer çekimi olmasaydı, suyun kaldırma kuvveti olmasaydı gibi olgular ters- düz edilerek bir şeyler öğretilirken ‘Cumhuriyetin kazanımları’, ‘Mustafa Kemal olmasaydı’ gibi önemli sorular öylesine geçiştiriliyor. İşte bu kitabı yazarken farklı bir pencereden tarihi ters-düz ederek bunu anlatmaya çalıştım.”yazıyordu.

Kitabı elimden bırakmadan bu güne kadar hiç düşünmediğim bu soruların cevabını düşündüm. Sahi ne olurdu cumhuriyet olmasaydı, Osmanlı idaresinde kalsaydık, Mustafa Kemal olmasaydı? Aklımdan geçen tek şey “Çok kötü olurdu!” demek oldu. Gerisini düşünemeyecek kadar zihnime kilit vurulduğunu sandım.


Daha önce Cenkut Yıldırım’ın hiçbir kitabını okumamıştım ve bu yazara ait hiçbir bilgiye de sahip değildim. Bu nedenle yazarımızın penceresinden ve hayallerinden Mustafa Kemal olmasaydı ne olurdu sorusuna cevap almak için kitabı hemen aldım.

Kitabın ilk sayfalarında 1919 yılında Ali Galip’in, Mustafa Kemal’i pusuya düşürerek hain bir plan sonucu öldürüldüğünü ve ülkemizin itilaf devletleri tarafından sömürge haline getirildiği yazıyor. Anadolu’nun kuzeyinde Lazistan Pontus Devleti, doğuda Ermenistan ve Kürdistan Devletleri, güneyde Fransız- Hatay Devleti ile İtalyan Kolonisi, batısında tabiî ki Yunanistan yer alıyor. Geriye kalan yer yani iç Anadolu ve İstanbul, Osmanlı devletine bırakılmış. Bırakılmış; ama Osmanlı topraklarında Türklere hiçbir söz hakkı verilmeden, köle gibi çalıştırılarak, şanlı tarihi unutturulmaya çalışılarak, dili ise yabancı dil istilasına uğratılarak bırakılmış. Tüm bunlar olurken Osmanlı başkenti olan İstanbul’da oturan padişah eli kolu bağlı ve halinden memnun bir şekilde olanları izliyor. Üstelik yabancı devletlerin desteği ile ve onların istediği şekilde ülkesini yöneterek Türk devletinin ve Türk insanının itibarını ayaklar altına alıyordu.

Osmanlı devletinin bu acı durumu açıklandıktan sonra olaylar başlıyor. Yazarımız bu olumsuzlukların günümüzde yaşandığını hayal ederek İç Anadolu’ya sıkışıp kalan Türk ve Kürtlerin tek bir yürek olup, tek devlet adı altında, tek millet bayrağı altında yaşamak için verdiği mücadele ve halkının zor durumunu dile getiriyor. Daha sonra halkın arasından genç, zeki ve çalışkan bir kaymakam olan Kemal’i ana karakter seçiyor. Kemal ülkesine kurtarmak için mücadelelere girişiyor ve sonunda…

Sonunu paylaşmaktan ziyade herkesin beş dakika da olsa düşünmesini istiyorum: Ülkemiz bu durumda olsa, cumhuriyet olmasa, İzmir işgal altında olsa veya Kürdistan, Ermenistan gibi devletler misak-ı milli sınırları içerisinde olsa ne olurdu? Sizin hayallerinizde Türkleri ne gibi bir acı son beklerdi. Son olarak da Kemal’in ülkesini kurtarmak bakımından başarılı olup olamayacağına dair fikirler üretip vatanımızın, bağımsızlığımızın, bütünlüğümüzün, milli değerlerimizin, tarihimizin ve dilimizin değerini daha iyi anlamanızı temenni ediyorum…