28 Kasım 2011 Pazartesi

YOLCU SEYİT AHMET ŞEN

Yolcu


Günümüz yazarlarını tanıma, yeni yazarlar, yeni söyleyişler keşfetme merakımın devam ettiği şu günlerde bu defa kitapçı rafında dikkatimi çeken Seyit Mehmet Şen ‘e ait Yolcu isimli kitabıydı.

Yazar hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadan okumaya başladım kitabı. Edebi bir anlatımdan oldukça uzak bir kitap olmasına rağmen konusu ilgimi çekmişti. Köylerinde lise olmadığı için büyük şehirde eğitim hayatına devam etme hayalini kuran bir gencin daha liseye başlamadan, büyük bir şehre gitmeden anne ve babasını bir trafik kazasında kaybetmesi ile eğitim hayatı boyunca verdiği mücadeleyi ve sevdiği kıza kavuşmasını anlatıyor kitap.

Anne ve babasını kaybedip hayatla bir başına mücadele etmek zorunda olan Ahmet ‘e köylüler yardım etmek istese de o bu yardımları görmezden gelerek bir gün sabaha karşı gizlice evini terk eder ve yoldan geçen bir kamyonete binerek kaderin onu götürdüğü yere doğru gider. Ahmet, kamyon şoförü Yetimin İbrahim isimli kişi ile çok iyi anlaşır ve bu yol arkadaşlığının neticesinde İbrahim, Ahmet’i evine götürür. Eşi ve çocukları ile tanıştırır, bir süre orada kalan Ahmet orada kendini iyi hissetmez ve köyünden çıkarken aldığı bir miktar para ile ev tutar, liseye yazılır ve babasının mesleği olan marangozlukta kendini yeterli görerek mahalledeki bir marangozun yanında işe başlar. Hem parasını kazanır hem de eğitimine devam eder. Kimi zaman okulda başarısız olduğunu, büyük şehirde yaşamın zor olduğunu düşünerek köye dönmek isterse de anne ve babasına verdiği sözü hatırlayarak yaşamına devam eder. Nihayetinde inşaat mühendisi olur ve yıllardır gitmediği köyüne gidip anne ve babasının mezarını ziyaret ederek ”Size verdiğim sözü tutum anne, baba” demek ister. Ayrıca köyde sevdiği kızla da evlenmek ister.

Bir sabah köye gitmek için hazırlanırken garip görünümlü bir ihtiyar adamın Ahmet’in yanına gelip beni de gideceğin yere götür demesi ve Ahmet’in ondan çekinip tek başına yolculuk etmesi; ama tam köyüne yaklaştığında o garip görünümlü ihtiyarın Ahmet’in yardımına yetişmesi romandaki garipliklerin ilk başlangıcıdır. Sonrasında şeyhler, dergâhlar, ayinler ve türbelerle süslediği anlatımı romana masalımsı bir hava katmış. Dergâhtaki şeyhin Ahmet’in, hayat hikâyesini bilmesi, yaşamına dair telkinlerde bulunması ve geleceğe yönelik uyarılar yapması romanı gerçeklikten uzaklaştırmıştır.

Zaten Ahmet’in tanımadığı bir kamyon şoförünün evinde misafir edilişi, çocuk yaşta bu kadar akıllı ve mantıklı hareket edişi, hiçbir hata yapmayıp mükemmel oluşu gibi durumlar beni kitaptan soğutmuştu. Üstüne bir de Ahmet’in şeyhle karşılaşıp mucizevi denilebilecek tarzda şeyler yaşaması ile kitabı okumamı zorlaştırdı.

Oldukça sade bir dille, edebi anlatımdan uzak olarak yazılan bu eserin yazarı hakkında küçük bir araştırma yaptığımda ilk olarak Geredeli olduğunu ve Ziraat mühendisi olduğunu öğrendim. Daha sonrasında ise, tarım üzerine yazdığı kitaplarının bulunduğunu ve siyasi tarzda da kitaplar yazdığını, bazı gazetelerde de köşe yazarlığı yaptığını öğrendim.

Yeni yazarlar tanıma serüvenimde uzun zamandır edebi bir tat almadığım ve hayal kırıklıklarına uğradığım için bir süreliğine bu serüvenden vazgeçmeye karar verdim. Büyük zevkler alarak okuduğum yazarlarımla buluşmaya ve onların eserlerini okurken başka coğrafyalarda, başka hayatlarla buluşmaya gidiyorum bir süreliğine…

23 Kasım 2011 Çarşamba

ÖĞRETMENLERİMİZ,GÜNÜMÜZ KUTLU OLSUN

Öğretmenlik, insanlık tarihinin en eski, en anlamlı, en kutsal ve en ölümsüz mesleği olduğunu hepimiz biliriz. Böylesine önemli bir mesleği yapabilmek için öncelikle içimizde büyük bir insan sevgisinin olması gerektiği bir gerçektir. İnsanı sevmek sadece ve sadece ona güler yüz göstermek yardım etmek veya sırtını sıvazlamak değildir. Bence insanı sevmek, onun geleceğini sağlam ve güzel temeller üzerine kurmasına yardımcı olmaktır, yine insanı sevmek ona yılmadan yorulmadan bir şeyler öğretmek, doğru yolu göstermektir. Tüm bunları yaparken de ona güler yüzle, tatlı dille yaklaşmak, anlayışlı olmak, gerektiğinde sırtını sıvazlamak, gerektiğinde ise onu uyarmak demektir. Yüreği insan sevgisi ile dolup taşan tüm Öğretmenlerimiz, Günümüz Kutlu Olsun…


Yüreği insan sevgisi ile dolu olan öğretmenlerimizin bir de bitmez tükenmez bir sabırları vardır. Çevremdeki birçok ana babanın bana :”Biz evde ikisinin üçünün hakkından gelemiyoruz, siz bu kadar çocukla nasıl baş ediyorsunuz, Allah sizlere sabır versin” şeklinde dua ettiklerini, ergenlik çağındaki çocukları içinde ise :”Bizim lafımızı, sözümüzü dinlemiyorlar, siz bir konuşsanız hocam.” diye çaresizliklerini dile getirdiklerini çok iyi biliriz. Sabırla çalışır öğretmenim, ektiği fidanların biri bile çürümesin diye nakış işler gibi yorulmadan, yılmadan emek harcar öğrencilerine ve asla acele etmez meyvelerini toplamak için… Ektiği fidanları sabırla büyüten Öğretmenlerimiz, Günümüz Kutlu Olsun…

Sevgi ile yoğurdukları sabırlarında kocaman kocaman umutları vardır benim öğretmenimin… Hiçbir zaman umutsuzluğa yer yoktur onların yüreğinde. Yetiştirdikleri çocuklarla geleceğe ışık tutacaklarını bilerek çalışırlar. Vatanını, milletini, bayrağını seven, ülkelerimizi daha ileriye götürecek bireyler olarak görür öğrencisini. Bilir ki bunları söyleyerek yetiştirdiği fidanların asla onu yanıltmayacağını… Umutsuzluğa kapılmadan pırlanta gibi nesiller yetiştiren Öğretmenlerimiz, Günümüz kutlu Olsun…


Sevgili Öğretmen Arkadaşlarım,

Bugün öğrencileriniz okul kapılarda karşılayacak sizi, gözlerinde farklı bir ışıltı, içlerinde farklı bir heyecanla sizi görmek, sizin bu özel ve anlamlı gününüzü kutlamak için adeta birbirleriyle yarışacaklar. Sizlere olan sevgisini ifade edebilmek için avuçlarının içinde ya küçük bir hediye ya da yüreğinden gelen tertemiz bir sevgiyle ‘Öğretmenim, Öğretmenler Gününüz Kutlu Olsun.’diyecekler. Bu küçücük bedenlerden gelen kocaman sevgiler biliyorum ki sizin sevgiyle, sabırla ve umutla büyüttüğünüz geleceğimizdir.


Geçmiş ve geleceğe emeği geçen, geleceğimize ışık tutan tüm öğretmenlerin, öğretmenler gününü kutluyorum ve hepsinin önünde saygıyla eğiliyorum

14 Kasım 2011 Pazartesi

ATEŞİN DÜŞTÜĞÜ YERDE - ALEV KUTLUÖZEN



Alev Kutluözen, şair olarak tanıdığım ve Ateşin Düştüğü Yerde adlı kitabıyla da yazarlığına tanık olduğum günümüz yazarlarımızdan biridir. Türk bir babanın ve Prusyalı bir annenin çocuğu olan Kutluözen, İstanbul’da doğup büyümüştür.


Yazarımız Ateşin Düştüğü Yerde adlı kitabında anılarına yer vermiştir. Eserini iki bölüme ayıran yazarımız özellikle ilk bölümünde okul yıllarına ait hafızasında kalanları anlatmış. Öğretmenlerinin neredeyse tamamını acımasız, takıntılı ve şiddet yanlısı; öğrencileri ise içine kapanık, kendini ifade edemeyen ve öğretmenlerine karşı koşulsuz itaat eden korkak bireyler olarak göstermiş. Okul yıllarına ait hafızasında sanki sadece kötü anılar kalmış ve adeta öğretmenlerinden intikam almak istercesine kalemini sivri tutmuş. Bir öğretmen olarak bunları okurken gerçekten çok üzüldüm; ama bazı öğretmenlerimizin de aynı olduğunu düşünmedim desem yalan olur. Yazarımız kitabının ikinci bölümünde ise sosyal olaylar ile ilgili tanık olduğu kötü olayları kaleme almış. Kuşak çatışmalarının, eğitim sisteminin yanlışlıklarını çok sade bir dille anlatan yazarımız aslında bu kitabında yeryüzünde iyiyi, güzeli yaşamak ve yaşatmak için insanlarla tek yürek olmak gerektiğinin mesajlarını veriyor.

Kitabı bitireli neredeyse bir hafta oldu; ama yazarımızın anılarına dair zihnimde o kadar az şey kaldı ki… Bu nedenle kitap için kısa ve öz olarak şöyle söyleyebilirim. Hoş vakit geçirmek için her yaştan ve her kesimden insanın rahatlıkla okuyabileceği kadar sade ve akıcı; ama hafızalarda uzun süre yer edecek kadar da etkileyici olmayan bir kitap diyebilirim.




18 Ekim 2011 Salı

KADINLAR SUSARAK GİDER






Çok uzun emekler verir ilişkisini yürütmek için. Birinin kadını olmayı yüreği, beyni, ruhu o kadar zor kabul etmiştir ki, başka bir adama ait olmayı istemez. Erkek gibi, çorbanın tuzu eksik diye kavga çıkarmaz mesela, tam tersi, konuşmamız lazım der. Erkekler de en çok bu cümleye sinir olurlar. Ertelenir o konuşmalar, maç bitimine, yemek sonrasına ve daha birçok lüzumsuz şeyin ardına ötelenir. Kadınlar inatçıdır, hayata tutundukları gibi, aşklarına da sahip çıkarlar. Bu yüzdendir, konuşup derdini anlatma isteği, karşı tarafı ikna edene kadar uğraşırlar. Sonunda pes eder adam, bir ışık görür kadın, tüm derdini paylaşır.




Genellikle ne cevap alır? Abuk sabuk konuşma! Gereksiz ve saçma gelmiştir adama anlatılanlar, hiç de üstünde durmamıştır. Yine bir sıkıntı, tatmin edilemeden geçiştirilir ve adam gün gelip bunların kendisine ok gibi döneceğini bilemez. Bir kadın şikayet ediyorsa, ya da erkeklerin deyimi ile vıdı vıdı ediyorsa; erkek bilmelidir ki, o ilişkiden hala ümidi vardır kadının. Yürütmek, birlikte yaşamak, sorunları çözerek mutlu olmak istiyordur. Daha önemlisi, o adamı hala seviyordur.



Kadın susarak gider! En önemli detaydır, erkeklerin hiç anlayamadığı durum işte bu kadar basittir. O gün gelene kadar konuşan, kavga eden, tartışan kadın, kendini sessizliğe vermiştir. Ne zaman ümidini o ilişkiden kestiyse, o zaman sevgisi de yara almış demektir. Yüreğindeki bavulları toplamıştır, kafasındaki biletleri almış ve aslında bedeni orada durarak, ilişkiden çıkıp gitmiştir. Kadın, gerçekten gitmişse, çok sessiz olmuştur ayrılışı, kimse hissetmeden, kapıları vurup kırmadan gitmiştir.



Her akşam eve geldiğinde, kapının açıldığını gören adam anlamaz ama bir kadın sessizce gider. Ne mutfağında yemek pişiren, ne yan koltukta televizyon izleyen, ne gece ruhunu kenara koyarak yatakta sevişmeye çalışan kadın, artık o kadındır. Bir kadının çığlıklarından, kavgalarından korkmamak gerekir, çünkü kadının gidişi sessiz ve asildir.





CEMAL SÜREYA

6 Ekim 2011 Perşembe

CENGİZ AYTMATOV VE ESERLERİNE DAİR




 Bu günlerde severek izlediğim Al Yazmalım dizisinin her karesini izlerken aklımın bir köşesinde Türkan Şoray ve Kadir İnanır var. Günümüze uyarlanan dizide tema aynı; ama kişiler ve olaylar farklı; buna rağmen biz hala Türkan Şoray’dan, Kadir İnanır’dan ve o kırmızı kamyondan izler arıyoruz. Oysa hiçbirimizin aklına Al Yazmalım kitabı veya Cengiz Aytmatov gelmiyor. Halbuki kitaptan sinemaya veya diziye uyarlanan filmler hakkında ahkam kesmeyi çok severiz. Yok Yaprak Dökümü çok bozuldu, Aşk-ı Memnu’nun çok değiştirildi, Hanımın Çiftliği’ni yazan Orhan Kemal yazdığına pişman oldu gibi bir sürü şeyler söylendi yazıldı. Ama nedense Türkan Şoray’ın oynadığı Al Yazmalım filmi, kitabı ne kadar bozmuştu bilen var mı?



Bu yazıyı yazarken Cengiz Aytmatov’u ve eserlerini hatırlamayı ve hatırlatmayı düşündüm. Bunun için öncelikli olarak lise yıllarında okuduğum kitapları hatırlamayı düşünüp Cemile ve Duyşen Öğretmeni okudum. O dönemde aldığım tat ile şimdi aldığım tat öylesine farklıydı ki…

Kırgız Türk romancısı olan Aytmatov 1928 yılında doğmuş ve 2008 yılında aramızdan ayrılmıştır. Yazarımız kendi ulusu, kendi gelenekleri ve kültürünü tanıtarak dünya çapında büyük bir üne kavuşmuştur. Yazarımız efsanelerle, masallarla, destanlarla yazılarını beslemiştir. Kırgız Türk kültürünü psikolojisiyle, maddi manevi zenginliğiyle o kültürü yeniden inşa edenlerin evlatlarına yeniden hatırlatmaya çalıştı. Oldukça sade ve akıcı bir dili olan yazarımızı her yaştan ve her kesimden kişilere tavsiye edebilirim.

Bazı eserleri hakkında birkaç şey söylemek ve tanıtmak gerekirse Cemile adlı kitabı ile başlamak isterim. Cemile, aşkı uğruna töreleri çiğnemeyi göze alabilen genç bir kızın hikâyesidir. Olaylar bir Kırgız köyünde savaş zamanında geçmektedir. Cemile erkek gibi yetişen, ağzı sıkı laf yapan, cesur biridir. Eşi savaşa katılmak üzere askere gittiği için birçok işle o uğraşmaktadır. Bu işlerden en önemlisi de her gün kayınbiraderi ile birlikte istasyona tahıl taşımaktadır. Onlara yardım eden kişi de Danyar’dır. Danyar cephede ayağı sakatlandığı için gazi olarak bu köye gelmiş, içine kapanık bir gençtir. Zaman içerisinde Danyar ve Cemile birbirini sever ve her şeyi göze alarak kaçarlar. Okuyucular aslında Cemile’nin yanlış yaptığını düşünse de aşkına saygı duyup ona hak verir.

Duyşen Öğretmen adlı hikâyesinde ise öğretmen olmanın güzel ve zor yanlarını o kadar etkileyici anlatmış ki bir öğretmenin öğrencisi için ne gibi tehlikeleri göze aldığını okuyunca, ülkenin aydınlanması ve eğitimin önemini için bizlerin hiçbir şey yapmadığımızı görüp kendimize kızacağız. Bir gün köye okul açılır ve Duyşen Öğretmen, okulu onarmak ve öğrenci toplamak için cahil halk ile mücadeleye girişmiştir. Tüm olumsuzluklara karşın okulun tadilatını bitirir ve öğrenciler bulur. Altınay, amcasının yanında oturan öksüz yapayalnız bir kızdır. Hayat ona hep sıkıntı, dayak ve aşağılanma vermiştir. Duyşen Öğretmenin, yardımları ile okula başlayan öksüz kız, bir gün yaşı küçük olmasına rağmen evlenme çağı geldi diye okuldan alınır. Duyşen Öğretmen buna engel olmaya çalışır diye evlendirileceği adam tarafından kaçırılıp tecavüz edilir ve çeşitli işkencelere maruz kalır. Fakat kısa süre sonra öğretmen Duyşen, öğrencisini bulur ve jandarmaların da yardımıyla Altınay’ı önce kocası sayılan adamın elinden sonra da amcasının elinden alıp şehre okumaya gönderir. Daha sonra ülkede yönetim değişmiştir ve Duyşen kalan hayatına postacı olarak devam etmek zorunda kalmıştır. Köyde kimseyle muhatap olmaz ve hayata küsmüşçesine kendini her şeyden soyutlar. Bu esnada da en sevdiği öğrencisi Altınay’da okumuş ülkesi için çok önemli bir kişi olmuştur. Altınay aradan yıllar geçmiş olmasına rağmen köyüne gider; ama öğretmeni Duyşen onunla bile muhatap olmaz..Altınay her şeye rağmen köyün tepesindeki yıkık dökük okulları ve kendi elleriyle diktikleri kavaklar yerinde duruğunu görünce mutlu olur.

Gün Uzar Yüzyıl Olur adlı eserinde ise iki insanın İkinci Dünya Savaşı yıllarında başlayıp hem iş hayatında hem de özel hayatlarında devam eden dostluklarını çok etkileyici bir biçimde anlatmıştır. Kitapta, Kazangap'ın ölümü ve vasiyeti ardından dostu Yedigey'i anılarıyla yüz yüze getirir ve Yedigey bir ömrü bir güne sığdırır, geçmişi hatırlar. İki insanın bir ömre sığdırdıkları dostlukları, sırt sırta verip rahat etmeleri, hem iyi günde hem kötü günde birbirlerine destek olmaları bizi günümüzde böyle dostluklar bulamadığımız için kıskandırsa da dostluğun, arkadaşlığın ne demek olduğunu çok etkileyici bir biçimde anlatıyor ve ister istemez böyle bir dosta ihtiyacınız olduğunu düşünüyorsunuz.

Beyaz Gemi adlı eseri ise annesi ve babası tarafından terk edilip beş altı yaşından beri dedesi tarafından büyütülen adsız bir çocuğun psikolojisi anlatılmaktadır. Yazarımız, dedesinden başka kimse tarafından sevilmeyen bu adsız oğlanın gerçek hayatında mutsuz; ama hayal dünyasında mutlu olmaya çalışan halini daha doğrusu trajedisini çok etkileyici bir şekilde kaleme almıştır. Aslında bu adsız çocuk, geleneğinden ve ailelerinden koparılmış nesilleri temsil ederek tüm insanlığa çok güzel mesajlar vermektedir.

Cengiz Aytmatov’un neredeyse tüm eserlerinde Anadolu insanının saflığını, temizliğini, sıcaklığını ve samimiyetini bulabilirsiniz. Bu nedenle diğer dünya edebiyatı yazarlarından çok daha ayrı bir yeri vardır bizde. Son olarak da demek isterim ki hani Al Yazmalım filmindeki, Türkan Şoray’ı, Kadir İnanır’ı izlerken nasıl bizden biriymiş gibi geliyorsa yazarımızın neredeyse tüm eserlerinde bizden bir şeyler bulmak hiç de zor değil…

29 Eylül 2011 Perşembe

İÇİMİZDEKİ BOŞLUK…


Kimi zaman çevremizdeki bir insana sebebini bilmeden kendini yakın hissedersin, bir şeyler paylaşırsın ve gönül defterinin sayfalarını bir anda açıverirsin ona. Arkadaş dersin, dost dersin, sırdaş dersin hafızanda onun önemini ve değerini karşılayacak kelime bulamazsın. Aynen onu yüreğinde koyacak yer bulamadığın gibi sözcüklerin de yetmez onu ifade etmeye. Yüreğimizde koyacak yer bulamadığımız o insanla her şeyi paylaşır, beraber güler, beraber ağlarsınız Yaşadığımız en küçük olayı bile ona anlatmaktan müthiş bir zevk alırsınız. Onun olduğu her ortamda kendimizi güvende hisseder ve en kötü durumdan bile mutlu olacak bir şeyler bulursunuz.

Ve bir gün gelir kelimelerin bile ifade etmekte yetersiz kaldığı dostluğunuzun, arkadaşlığınızın, kardeşliğinizin yara almasıyla ne yapardınız hiç düşündünüz mü veya hiç böyle bir şey yaşadınız mı? Sadece dostum dediğiniz bir kişiyle paylaştığınız sırrınız başkalarının ağzında dolaşmaya başlarsa dünya başınıza yıkılmaz mı? Yapmaz, yapamaz ve son olarak da yapmamalıydı dersiniz. Belki önce ona, sonra kendinize kızarsınız. Ona nasıl güvendim, nasıl değer verdim diye kendinizi suçlarsınız. Zamanla kendinize olan kızgınlığınızda geçer; ama yüreğinizde bir boşluk bırakarak geçer. İnanmanın, güvenmenin ne kadar korkunç bir şey olduğunu, her an, her dakika hissedersiniz.

Artık yüreğinizde içini hiçbir şeyin dolduramadığım koskoca bir boşluk vardır. Her gün biraz daha büyüyen bu boşluğun sebebi: İnsanlara olan güven duygunuzun zedelenmesi, güven duygunuzun kaybolup yüreğinizin orasında oluşan boşluğu dolduracak bir şey bulamamanızdan kaynaklanmaktadır.

İşte ben de şu an o boşluğu dolduracak bir şeyler arıyorum; ama ne mümkün. O boşluk tarif edilemeyecek şekilde hızla büyüyor. O boşluk büyüdükçe korkularım da büyüyor, beklentilerim azalıyor ve ümidim kırılıyor.

Yıllarca ümidini kaybetmenin yanlışlığını insan sevgisinin gerekliliğini savunan ben kendimle çeliştiğimi fark ediyor biraz daha karamsarlaşıyorum ve hümanist kişiliğim zarar görüyor, kendi kendime zarar veriyorum diye sessizliğimin içine gömülüp gidiyorum. Aslında bu sessizlik beni boğuyor, karamsar halim de beni her gün biraz daha üzüyor. Bu nedenle her sabah kendi kendime sözler veriyorum ben yine eski ben olacağım diye; ama böyle yaparak da kendi kendime verdiğim sözü tutamadığım için kendimden utanıyorum. Çünkü içimdeki bu boşluğu dolduracak, yıkılan güven duygumu yeniden onaracak bir çözüm bulamıyorum. Mecburen yine yalnızlığımla baş başa kalmayı tercih ediyorum. Yani bu boşluktan kurtulmak için yaptığım tüm hareketler boşa çıkıyor.

Artık kimseye güvenmek istemiyorum desem de içimdeki insan sevgisi ile bu isteğimi yerine getiremiyorum. Kimseye kızmıyorum, zaten kızmaya da ne hakkım var ki ben kendi sırrımı kendim saklayamadım ki o dostum, arkadaşım dediğim kişi nasıl saklasın, ben hata yaptım bir kişinin bildiği sırrı ikinci kişiye anlatarak onu sır olmaktan çıkardım.

Sözün özü ben içimde koskoca bir boşluk olsa da ben yine de insanları seviyorum ve onlara güvenmek istiyorum. Yüreğimizdeki boşlukları dolduracak insanlar bulmak dileğiyle…

22 Eylül 2011 Perşembe

NAŞİDE GÖKBUDAK- SIDIKA HANIM VE ASIL ADI ATİYE

Türkçe ve edebiyata çocuk yaşta merak sardığını, hukuk fakültesini kazandığı ve ekonomik sebeplerden dolayı bitiremediğini ve evlendikten sonra da eşiyle, çocuklarıyla daha sonrasında da torunlarıyla ilgilendiği için kendine ve edebiyata zaman ayıramadığını bir televizyon kanalında dile getirmişti Naşide Gökbudak. Koskoca bir ömrü sadece çevresindekilere adayıp kendi zevklerini 65 yaşına kadar ertelediğini söyleyen günümüz yazarlarından biridir.

Yazarımızın ilk kitabı olan Sıdıka Hanım’ı üç dört yıl önce okumuş; ama yazarını hiç merak etmemiştim. Bu röportajdan sonra Naşide Gökbudak’a ait bir eser daha okuma ihtiyacı duydum ve Asıl Adı Atiye adlı kitabını okudum. İki kitabın birbiriyle bağlantılı olduğunu ve aradan geçen üç dört yıla rağmen Sıdıka Hanım’a ait birçok ayrıntıyı hatırlıyor olmama kendim bile şaşırdım.

Sıdıka Hanım, Elazığ yöresinde bir ağanın güzeller güzeli bir kızı. Hem güzelliği ile hem de terbiyesi ile birçok kişinin dikkatini çekiyor. Dilşat Hanım, oğlunun eve bağlanıp düzenli bir hayatı olsun diye Sıdıka Hanım ile oğlunu evlendiriyor. Oğlu evliliğinin ilk zamanları düzenli bir hayat yaşasa da içki ve şehvete düşkünlüğü yüzünden gerek karısını gerekse çocuklarını ihmal ediyor. Çoğu zaman eve gelmiyor gelse de içkili olduğu için evdekilere eziyet ediyor. Saray yavrusu bir evde zengin bir hayat süren Sıdıka Hanım mutlu değildir; ama tek tesellisi kayınvalidesi Dilşat Hanım’ın ona her konuda destek olup çocuklarına o dönemin en iyi eğitimlerini verdirebilmesidir. Zamanla Dilşat Hanım tüm işlerin başına geçer; fakat azalan servete engel olamaz. Dilşat Hanım’ın ölümüyle de oğlu daha savurgan bir hayat yaşar ve son olarak ellerindeki konağı da satar

Çocuklar ile sefaletle mücadele eden Sıdıka Hanım’ın tek hayali kalmıştır o da askeri okulda okuyan oğlu Ziver’in zabit olduğunu görebilmektir. Fakat Ziver’de genç yaşta hayata veda etmesiyle roman son bulur. Kitabı kapattığınız an Sıdıka Hanım’ın bu dünyaya çile çekmek için geldiğini düşünmekten alıkoyamazsınız kendinizi.

Asıl Adı Atiye kitabını elime aldığım an aradan geçen yıllara rağmen romana kaldığım yerden devam ettiğimi hissettim. Sıdıka Hanım hala sıkıntı çekmektedir ve küçük bir eve taşınmıştır. Büyük kız Atiye evlilik çağına gelmiş kültürlü güzel biridir, aynı zamanda da kendini beğenmiş bir kişi görüntü sergilemektedir. Çocukluğundan beri aşık olduğu Kemal ile evlenme hayalleri kurmaktadır; fakat Kemal’in para için başka bir ile evlenmesi ile hayatında büyük bir darbe alır ve o anki ilk talibi Mustafa ile evlenir. Kocası, Atiye’yi çok sevmekte ve saygı duymaktadır. Evliliğinin ilk yıllarında Atiye bir sağlık problemleri ile karşılaşır ve çocuk sahibi olamaz. Kocası bu durumu önemsemez; fakat zaman içinde başka bir kadınla ilişki yaşamaya başlar. Atiye Hanım birkaç kez affedip evliliğini kurtarmaya çalışsa da sonunda gururuna yenik düşer ve boşanır.

Atiye Hanım o dönemin en iyi terzilerinden olup gerek kültürü ile gerek giyim kuşamı ve konuşması ile tüm dikkatleri üzerine çekmektedir. Hatta Atatürk adına verilen bir yemeğe kendisi de çağırılmış; fakat kocası çağırılmamıştı. Yemeğe yalnız katılmak zorunda kalmıştı. Kocası Mustafa, karısının her zamana kendinden ön planda olmasına aldırmıyor gibi görünse de aslında bu ezikliğini de eşini aldatarak intikam almıştır.

Atiye Hanım için yalnızlık günleri başlamıştır. Önceleri yeğenleri ve kardeşleri ile vakit geçirse de zamanla yalnızlığın girdabından kendisini kurtaramaz. Hatta çocukluk aşkı Kemal ile karşılaşır ve onunda karısını kaybetmiş olduğunu öğrenir. Kemal Bey, geri kalan hayatına onunla geçirmek istediğini dile getirir; fakat Kemal Bey, eşine ölürken başka kimseyle nikah kıymayacağına dair söz verdiği için nikahsız yaşamayı teklif eder. Atiye Hanım, Kemal Bey’i çok sevse de büyük aşkını içine gömüp onurunu düşünerek teklifi reddeder. Yalnızlıkla boğuşan Atiye Hanım nihayetinde yalnızlığına yenilir ve hayatının son günlerini ise Elazığ Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'nde geçirir ve ardından kimsesizler mezarlığına defnedilir.

Yazarımız, her iki kitabındaki kahramanları kendi ailesinden seçtiğini dile getirmiş ve özellikle teyzesi olan Atiye Hanım’ın hayatını anlatmaktan onur duyduğunu dile getirmiştir. Yazarımız kuşaktan kuşağa dinlediklerini kendi hayal gücü ile kurgulamış ve bizlere sunmuştur. Her iki kitabın anlatımı için bir şeyler söylemek gerekirse okuyucuyu yormayan oldukça sade bir dille yazıldıklarını belirtebilirim. Bu sadelikten dolayı edebi bir zevk almak benim için mümkün olmadı. Sanki karşıma bir kişi oturmuş günlük hayata dair bana sıradan bir şeyler anlatıyor gibi geldi. Her iki eserden de çok fazla zevk almasam da, eserin mutlaka okunması gerektiğini söyleyemesem de eserin yine de başarılı olduğunu belirteyim. Özellikle Sıdıka Hanım yazıldığı dönemde satış rekorları kırmıştı. Dolambaçsız, süssüz, karşısındaki ile konuşuyor gibi yazmak da kolay değil, ne de olsa (!) Üstelik zevkler ve renkler tartışılamaz diyerek bu kitabı okuyanlardan yazdıklarıma yorum yapmalarını diliyorum.

21 Haziran 2011 Salı

CANAN TAN -İZ


Hayran olur, imrenir hatta kıskanırım gazetelerde günlük yazı yazan köşe yazarlarını. Merak ederim doğrusu nasıl bulurlar her güne ayrı bir konu. Her gün farklı bir konuyu nasıl bu denli etkileyici ve güzel yansıtırlar şaşıyorum doğrusu. Böylesine imrendiğim birkaç yazarı örnek alarak bir sene öncesinde başladığım yazarlık serüvenimde kimi zaman elime kalem kağıdı aldığım an ardı sıra dökülen sözcükler cümlelere dönüşebilirken kimi zaman ise o sözcükler kısa bir cümle bile kurmamak için zihnimin en ücra köşelerine saklanırlar.


Uzun süredir zihnimin ücra köşelerinde saklanan sözcükleri bulmakla meşgul olduğum için yazmaya ara vermiştim. Okuduğum; ama yorumlanmayı bekleyen birkaç kitap kitaplığımda bana hadi dercesine her gün gözüme ilişiyor. Şöyle bir baktım bloğuma neredeyse bir ay olmuş bir şeyler yazıp, paylaşmayalı. Tüm bunları düşünerek güncelliğini hala koruyan Canan Tan’ın İz kitabını tanıtmak istedim.

Okuyucularını yormayan ve her yaştan, her kesimden okuyucuya erişebilen Canan Tan’ın bir kitabını daha okumuş olmanın zevkiyle, bana birkaç saatlik uzakta olan babama olan sevgimi ziyadeleştiren ve ona olan özlemimi gün yüzüne çıkartan esere ve yazara teşekkürlerimi borç biliyorum.

Farklı şehirlerde, farklı hayatlar yaşıyor olsak da benim için baba: Güvenin, gücün, sevginin ve saygının göstergesi olup güçlü ve yaş ne olursa olsun yakışıklı bir prenstir. Nitekim ki İz kitabındaki ana kahramanımız Verda içinde baba, dünyada yeri doldurulamayan biricik kahramandır.

İz, gerçek hayatta da karşımıza çıkabilecek bir baba-kız öyküsünü tüm sadeliği ile okuyucularına aktarmaktadır. Biricik kahramanım diye nitelendirdiği babasına aşık küçük bir kız olan Verda, annesi ile babasının boşanması ile annesinin yanında kalır. Annesi her fırsatta babasını kötüleyip, adının evde anılmasını bile yasaklamıştır. Bu durum karşısında Verda’ nın da içinde babasına karşı oluşan öfke yumağı büyüse de hala onu çok sevmekte ve onu yeni eşinden ve üvey kardeşinden kıskanmaktadır.

Bir gün aniden bir haber gelir ve babasına hasret olarak geçirdiği günlerin sonunda geç de olsa babasını affeder. Gözyaşları içinde çıkar İstanbul’dan ve ilk uçakla Ankara’ya gider. Acele etmesi gerekir; çünkü kendi silahı ile intihar eden babasının cenazesine yetişmek ister. Ankara ‘ya ayak bastığı andan itibaren babasına dair anıları gözünde canlanır ve babasından ayrı geçirdiği günlerin pişmanlığını en acı şekliyle yaşar. Bu pişmanlığı bir nevi azaltmak ve vicdanını rahatlatmak için babasının neden intihar ettiğini çözmeye çalışır. Yavaş ve emin adımlarla çalışarak yorucu günlerin ardından babasının ardında bıraktığı sır perdesini kaldırır. Artık vicdanı rahattır; ama özlemi, sevgisi ve pişmanlığı daha bir ziyadeleşmiştir.


Her yaştan ve her kesimden okuyucuya tavsiye edebileceğim ve soluk soluğa okuyacağınız, farklı bir Canan Tan romanını mutlaka okumalısınız...

16 Mayıs 2011 Pazartesi

PEMBE PABUÇLAR BİR PSİKOLOĞUN ANILARI- CAN HİKMET DEĞİRMENCİ



Yeni yazarlar tanıma serüvenimin devam ettiği şu günlerde bir kitap dikkatimi çekti. Aslında kitabın ismine bakarak ne anlattığını anlamak hiç zor olmasa da kitabı okumam gerektiğine dair bir istek uyandı içimde… Kitabı satın almadan önce yazar hakkında kısa bir araştırma yapmak istedim; fakat yazarımıza dair internet üzerinde herhangi bir bilgiye ulaşamadım. Bu durum canımı biraz sıksa da kısa araştırmam beni oldukça şaşırtmıştı. Yazarın ilk defa bir kitabını okuyacaktım; ama Can Hikmet Değirmenci’ ye ait yayınlanmış birçok kitap vardı. Üstelik bunlar şiir, deneme, roman, anı, mektup, kişisel gelişim ve satış pazarlamaya dair ondan fazla kitaptı.


Can Hikmet Değirmenci ile tanışmak da biraz geç kaldığımı düşünerek Pembe Pabuçlar Bir Psikoloğun Anıları adlı kitabını alıp okumaya başladım. Konusu tahmin ettiğim gibi bir psikologun hastaları ile yaşadığı olayları kaleme almıştı. Eşinden ayrılmış bir adam ve kızına hem annelik, hem babalık hem de arkadaşlık, dostluk eden bir babanın yaşamından kesitler sunuyordu bizlere. Psikologumuz bir hastası ile gönül ilişkilerine başlıyor, aynı zamanda kendi kızı da sevdiği erkek ile evlilik planları yapıyor. Kızını bir başkası ile paylaşmama isteği ve sevdiği kişi ile gelecek kurma arzusu arasında sıkışıp kalıyor. Romanın sonunda ise bir hastasının kıskanç eşi tarafından silahlı saldırıya uğrayıp ağır yaralı olarak psikologumuz hastaneye kaldırılıyor. Hastanede kendisini ziyarete gelen sevgilisi ile sonsuza kadar ayrılmamayı düşünerek psikologumuza dair olaylar son buluyor.

Kitaptaki kurgu oldukça basit olup merak unsuru neredeyse hiç yer verilmemişti. Yazarımızın kullandığı dil ise oldukça sade ve edebi bir tat verecek türden değildi. Tasvir ve tahliller de öylesine azdı ki sanki bir gazetede üçüncü sayfa haberleri gibi sıradandı. Yazarımızın yaptığı yazım yanlışlarının çokluğu ise acemi bir kişinin çalakalem yazdığı yazılar gibiydi. Üstelik romandaki kişiler de oldukça az olduğu için yazarımız bunu ne kadar roman diye nitelese de ben bunu hikaye kategorisine yerleştirmeyi uygun görüyorum.

Can Hikmet Değirmenci ile geç de olsa kötü bir eser sayesinde tanıştım. Eseri, eserdeki dili ve kurguyu beğenmediğim için kimseye tavsiye edemesem de elimde bu kitabı gören bir arkadaşım okumak için istedi. Kitabı geri verirken çok güzel bir eser olduğunu, yazarın dili ve anlatımına hayran kaldığını ve başka arkadaşlarına da tavsiye ettiğini dile getirdi ve son olarak da yazarın başka eserlerinin olup olmadığını sordu. Bu olay karşısında oldukça şaşırdım ve yazar hakkında yanılmış olabileceğimi düşündüm. Ne de olsa yazarımıza ait yayınlanmış birçok kitap vardı ve üstelik okunan, beğenilen bir yazar olmasa bu kadar çok eser kaleme almazdı diye düşündüm ve kendi kendime Can Hikmet Değirmenci’ ye ait bir kitap daha okuyup ondan sonra mı yazar hakkında bir kanıya varsam diye de düşünmeden edemedim.

Aslında bu kitap sayesinde ben zevkler ve renkler tartışılamayacağını ve edebi zevkinde kişiden kişiye değişebileceğini bir kez daha hatırlamış oldum.

BİR BİLGENİN NOT DEFTERİNDEN GÜNEYDOĞU/ BİLAL CİVELEK


Kapak resminden hiçbir anlam çıkartamadığım; fakat kitap ismini okuyunca gözümün önünde bir anda canlanan ak sakallı bir dede ile buluşma ümidi ile kitapçı rafında duran kitabı hemen elime alıp incelemeye başladım. Özellikle benim için yeni bir yazar, yeni bir yorum olması nedeni kitabın arka kapağındaki yazıyı dikkatlice okudum. Yazarımızın öğrenciliğin bir meslek olup olmadığına dair soru sorması ve bu soruya da kendisinin çok güzel ve etkileyici cevaplar vermesi ile kitap oldukça ilgimi çekti. Özellikle de okuyuculara hitaben “Şimdiden ne biçim kitap bu diyorsan sevgili dostum bu kitabın kapağını bile açmadan aldığın yere koy. Sana yan etkisi olabilir ya da dokunabilir.” Şeklindeki mizahi unsurla yüzümdeki tebessüme engel olamadan ve yazar hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadan bu kitabı aldım.


Yazarımız, kitabın önsözünde Habil ile Kabil’in kavgasını anlatarak insanlığın ilk kavgasından güzel bir örnek ile kitabın konusunun kavgalara ve savaşlara dayalı olduğuna dair ilk sinyalleri vermiş. Daha sonrasında sırayla Çanakkale, Kurtuluş Savaşını ve günümüz Türkiye’sinin içinde bulunduğu terör sorununu ele almış. Son olarak da yazarımızın Son Saadet Çağı diye adlandırdığı bir çağ ile Türklerin yeniden dünya sahnesinin başköşesine oturacağı, insanlığın uzun bir süre huzurlu bir süre yaşayacağını ve uzun sürenin de dünyanın yok olmasıyla sona ereceğine dair sözlerini okuyunca kitap benim için daha bir önem kazanmıştı.

Olaylar 12 Eylül 1980 darbesinin olduğu günlerde bir çocuğun dünyaya gelmesi ile başlıyor. Dünyaya yeni gelen bu bebeğe, kendini birçok alanda güzel bir şekilde yetiştiren bilge kişi Fevzi Bey tarafından Mustafa Fatih ismi veriliyor. Mustafa Fatih, oldukça zeki ve çalışkan biridir. Fevzi Bey, çocuktaki bu yetenekleri fark edip sık sık onunla sohbet ediyor ve onun kendini geliştirmesi için elinden geleni yapıyor. Romanda zaman hızla geçiyor ve Mustafa Fatih kendini çok güzel yetiştirip iyi bir eğitim alıyor ve önce milletvekili sonra başbakan gibi önemli görevler geliyor. Tabi ki bu günlerde ülkenin durumu çok karışıktır ve Mustafa Fatih bir kurtarıcı gibi ülkemizin imdadına yetişiyor. Kürtlere birçok haklar verilmiş onlarda kendi devletlerini kurmak için batı ülkelerinden yardım almaktadır. Kürtler doğudaki halka zulmederek halkı yıldırma, korkutma ve batıya göç ettirmektedir. Nihayetinde Kürtler güneydoğu bölgemizi ele geçiriyor. Türkiye ‘deki tüm Kürtler tüm işini gücünü bırakıp Türkiye Cumhuriyeti ile tüm ilişkilerini keserek o topraklara gönderilmesi planlanıyor. Zamanında PKK’yı maddi ve manevi destekleyen Kürt iş adamları ve devlet memurlar bu durumdan zarar göreceklerini geç de olsa anlayıp pişman oluyor. Ayrıca Kürt yöneticilerin kendi halkı saydığı o topraklardaki herkese de eziyet ediyor olması ile de Kürtler yaptıklarına pişman olup tekrar Türkiye Cumhuriyetine bağlı bir millet olmayı istiyor.

19 Mart 2015 tarihinde Mustafa Fatih’in isteği ile savaş başlatılıyor başta Amerika ve Avrupa ülkeleri olmak üzere Kürt liderlere de Türk devletinin büyüklüğü, askerinin cesareti, komutanlarının zekası ve Türk2ün gücünü bir kez daha kanıtlanıyor ve Diyarbakır halkının ellerinde Atatürk porteleri ve Türk bayrakları ile bağımsızlığın sevinci ile yürüyüş yaparken kitap son buluyor.

Yazar oldukça yalın ve anlaşılır bir dil kullanmış, kitaptaki olaylar oldukça güzel kurgulanmış, gerçi yazarımız ele aldığı bazı olaylar okuyucuyu sıksa da okunmaya değer bir kitap olarak görüyorum. Bir de yazarın kitabın sonuna eklediği faydalanılan kaynaklar bölümü de bu eserin büyük uğraşlar sonunda yazıldığını gösterir nitelikte.

Bu eseri özellikle ülkemizi bölmek isteyen zihniyetlere tavsiye ediyorum. Kavgayla yoklukla, pişmanlıkla yaşayacaklarını bir hayat için mücadele etmeye değmeyeceği için bu güzel topraklarda kardeş ve dostluk içinde yaşamanın güzelliğinin tadını yaşasın ve yaşatsınlar.

26 Nisan 2011 Salı

ZÜLFÜ LİVANELİ SERENAD

Özellikle yazarlığına hayran olduğum Zülfü Livaneli ‘nin kitapçı raflarında son kitabı olan Serenad’ı gördüğüm an o kadar mutlu oldum ki! Yazara ve esere yine hayran olacağımı düşünerek büyük bir sevinçle okumaya başladım kitabı.

Olaylar 2001 yılının Şubat ayında İstanbul Üniversitesi’nde halkla ilişkiler görevini yürüten Maya Duran’ın (36) ABD’den gelen Alman asıllı Profesör Maximilian Wagner’i (87) karşılamasıyla başlar.

Nazilerin baskısından kaçan bilim adamlarının İstanbul’a sığındığı dönemde Profesör Maximilian Wagner’de İstanbul Üniversitesi’nde hocalık yapmıştır. Fakat kötü bir olay yüzünden İstanbul’dan ayrılır. Profesör Maximilian Wagner, ömrünün son deminde İstanbul Üniversitesine bir konferansa konuşmacı olarak gelir. Profesör konferansın ardından İstanbul Üniversitesi’nde halkla ilişkiler görevini yürüten Maya’dan bir gün onu Şile’ye götürmesini ister. Bu gezi sonucunda açılan dokunaklı bir aşk hikâyesine dair sinyaller almaya başlar Maya. Bu aşka dair araştırma yaparken dünya tarihine ve kendi ailesine ilişkin birtakım sırları da öğrenir.

Serenad, 60 yıldır süren bir aşkı ele alırken, Yahudi Soykırımını, Ermeni ve Kürt sorununu ayrıca, Kırım Türklerinin acı sonunu, Struma ve Mavi Alay facialarında hayatlarını kaybedenlerin hikâyelerini etkileyici bir şekilde ele almış. Yazarımız bu olayları anlatırken okuyuculara bütün siyasi sorunlarda asıl zarar görenin hep masum insanlar olduğu gerçeğini de göstermek istemiş.

Kitapta Profesörün yaşadıkları içinizi acıtsa da kişiliğine ve aşkına hayran olacağınıza eminim. Çünkü eserde Max-Nadia hikâyesinin anlatıldığı kısım gerçekten harikaydı Fakat romanın ana karakteri esere pek yakışmamış. Maya’nın hayatı, yaşam tarzı, anneliği okuyucuyu rahatsız edecek şekilde basitleştirilmiş. Hele anne- oğul arasındaki iletişim bozukluğu, bir annenin önceliğini kendi hayatına verip çocuğunu ikinci plana atması beni çok rahatsız etti.

Kitaptaki olaylar Maya’nın ağzından aktarılıyor ve. Maya bize parça parça yazdıklarını kesip yapıştırarak anlatıyor. Bu yüzden aralarda fazladan yapıştırılmış yerler görüyoruz. Mesela bir paragrafın bir kısmı ikinci kez tekrarlanıyor. Bu durumun anlatıda okura ilginç geleceği düşünülmüş olabilir; ama bu kısımlar insana okurken direkt dizgi hatasıymış gibi geliyor.

O dönem, Nazi zulmünden kaçan bilim adamlarını hiçbir ülke kabul etmezken Türkiye ‘ye sığındıklarını okurken Atatürk’ün ne kadar ileri görüşlü büyük bir lider olduğuna yeniden inandım. Ayrıca Einstein’in, Atatürk’e yazdığı mektuba yer veren yazarımız, adeta kitabının sadece hayal ürünü olmadığını okuyucuya kanıtlarken Atatürk’ün bilime, bilim adamına verdiği önemi göstermek istemiş.

Kitabın bazı bölümleri sıkıcı olsa da genel olarak sürükleyici, etkileyici bir kitap. Samimiyetimle dile getiriyorum ki, bu kitap, okuyucularına çok şey kazandıracaktır. Çünkü yazarımız bu kitabı yazarken sıkı bir araştırma yapmış ve bu araştırmasını bizlere aktarırken okuyucuyu sıkmayacak olaylarla süslemiş.

22 Şubat 2011 Salı

AŞK TESADÜFLERİ SEVER



(İZLEYİCİLERİNE KÜÇÜK BİR TAVSİYE)

       Aylardır sinemaya uğramayan biri olarak, aniden aldığım bir kararla Aşk Tesadüfleri Sever filmini izlemeye gittim. Doğumdan itibaren çocukluk ve ilk gençlik yıllarında yaşadıkları tesadüfler ve ilk aşkın özel olması ve güzelliği üzerine kurgulanmış duygusal bir film.


Aşk Tesadüfleri Sever filmi 1970’li yıllardan 2000’li yıllara kadar uzanıyor. Ünlü bir fotoğrafçının kendi sergisinde kapak resmi olarak kullandığı bir fotoğraf karesinin iki eski dostu, sevgiliyi birbirine kavuşturmasını anlatan tesadüflerle dolu güzel bir film diyebilirim. Fakat bu filmi izlerken aklıma takılan bir şey vardı. Aylar önce okuduğum Issız ve Sessiz Ağlar Yürek adlı kitap ile olan benzerliği… Bu kitapta da çocukluk aşkına bir topaç vesilesi ile kavuşan iki gencin yaşadıkları vardı. Her ikisinde de aşk ve sevgi üzerine örülmüş bir kurgu ve tesadüflerle beslenmiş bir sürükleyicilik vardı. Filmin sonuna doğru hastane koridorları bir karabasan gibi izleyici karşısına çıktığı an kendi kendime dedim ki: “Evet ben biliyorum bu filmin ve bu aşkın sonunu.” Sinema salonunda özellikle bayanların ellerinde peçetelerle gözlerini gizlice silmeye başladıkları an üzülmeyin böyle bitmeyecek bu film demek isterken karşılaştığım son eminim ki herkesten çok ben şaşırtmıştır. Çünkü güzel bir aşk bir şekilde sonlanamazdı. Oysa Issız ve Sessiz Ağlar Yürek adlı kitap daha güzel sonlanmıştı.Salon dağılırken herkesin gözünde yaş ve hüzün varken ben de şaşkınlık vardı. Aynı konunun bu denli farklı kurgulanması gerçekten çok etkileyiciydi.

Aşk Tesadüfleri Sever filmini beğeniyle izleyenlere bir tavsiyem var. Mutlaka Issız ve Sessiz Ağlar Yürek adlı kitabı okumalısınız. Veya Issız ve Sessiz Ağlar Yürek adlı kitabı okuyanlara Aşk Tesadüfleri Sever filmini özellikle tavsiye ediyorum. Farklı bir tat, farklı bir yorum sizi başka dünyalara götüreceğinden eminim.



10 Şubat 2011 Perşembe

YE DUA ET SEV... Elizabeth Gilbert




Yılın kitabı seçilen Ye Dua Et Sev hakkında o kadar çok şey yazılıp çizilmişti ki bu kadar reklama karşılık ben de biraz geç kaldığımı düşünerek biraz da kendime kızarak başladım bu kitabı okumaya…

İyi bir eş, iyi bir işe sahip olan Elizabeth Gilbert, 30’lu yaşlardadır. Birçok güzel şeye sahip olmasına rağmen kendini mutlu hissetmez, yaşadıkları onu tatmin etmez. Çünkü istediği düzenli bir hayat değil gezip göreceği, yeni insanlar tanıyabileceği bir yerlere gitmek ve içinden geldiği gibi yaşayabilmekti. Kısa bir süre içinde aldığı boşanma kararı ile eşinden ayrılır. Evini ve eşini bırakarak başka yerler görmek hevesi ile yollara koyulur. Önce İtalya ‘ya gider orada keyifli günler geçirir. Ardından Hindistan ‘a gider orada kendisini ibadetlere vererek ruhunu maneviyat ile doldurur ve son olarak da Bali’nin Endonezya Adaları’na gidip dünyevi hazlar yaşar. Yazarımız buralarda edindiği tecrübeleri insanlarla paylaşmak için de bu eseri kaleme aldığını belirtir. Bu kitapta bir kadının duygularına, kişisel gelişimine yer verilirken yazarımızın gezip gördüğü yerler hakkında da bilgi sahibi oluyoruz.

İnsan hayatında olması gerekenleri araştıran bir macera kitabı veya bir kişisel gelişim kitabı diye adlandırılsa da ben bu kitaptan büyük bir keyif aldığımı söyleyemem. Belki kendi ruh dünyama, belki yaşam tarzıma belki de umduğum yaşama dair bir şeyler bulamadığım için okurken oldukça zorlandım.

Yılın kitabı seçilip çok satanlar arasında uzun süre yer aldığına dair o kadar reklamı yapılsa da herkesin bir solukta okuyabileceği, elinden bırakamayacağı bir kitap olarak görmüyorum. Benim gibi merakını gidermek için okuyacaklara bu kitabı tavsiye ederim; fakat yapılan reklamlardan dolayı büyük bir umutla veya hayalle başlamasınlar bu kitaba.

4 Şubat 2011 Cuma

KİMYA HATUN - SAİDE KUDS




Kitapçı raflarında uzun bir süredir görüp de merak ettiğim; fakat okumak için bir türlü fırsat bulamadığım Kimya Hatun kitabını nihayet aldım ve büyük bir heyecan ve mutlulukla okumaya başladım. Kimya Hatun’u; Mevlana’nın evlatlığı, Şems’in hayat arkadaşı, tarikat kültürüyle haremde büyümüş genç, güzel ve zeki bir kız diye tanımıştım okuduğum tüm kitaplarda... Konya ‘dan gelip geçmiş, Mevlana’nın yanında büyümüş, onun terbiyesi ile yoğrulmuş narin bir çiçek gibi görmüştüm onu ve çok sevmiş, hayran olmuştum Kimya Hatun’a.


Bu kitapta olaylar Kimya Hatun’unağzından anlatılmaya başlanmış. Kimya Hatun’un annesi olan Kerra Hatun, kocasının ölümünden sonra bir bağ evindeki konakta iki çocuğu ve yardımcılarıyla yaşamaya başlar. Kerra Hatun, genç ve güzel olması nedeniyle birçok evlilik teklifi alır ve en sonunda Konya müftüsü olan Mevlana’nın teklifini kabul edip onun haremine yerleşir ve birkaç ay sonra çocuklarını da yanına alır. Buraya kadar her şey o kadar güzel anlatılmış ki kitabı elinizden bir an olsun bırakmak istemezsiniz. Fakat Kerra Hatun’un, Mevlana‘nın haremine yerleştikten sonra yaşanan olaylar insanı kızdıracak türden.

Saide Kutsi, İranlı bir bayandır. Bu kitabı İran’da en çok beğenilen ve okunan kitaplar arasında yer almış olması ve edebiyat ödülü aldığını düşünerek ne kadar kızsam da kitabı tamamlamayı düşündüm.

Haremde geçen her hadise benim canımı sıkıyordu. Kitapta neredeyse tüm karakterler kötü tanıtılırken iyi gösterilen sadece iki karakter vardı. Biri Kimya Hatun diğeri ise Mevlana’nın küçük oğlu Alaeddin. Yazarımız roman kahramanlarını haksız yere karaladığı, hatta bazı yerlerde İslam’a, Mevlana’ya, Sultan Veled’e ve özellikle de Şems’e saldırarak onları çok farklı bir kişi göstermeye çalışarak neyi amaçladığını çok merak ediyorum.

Tasavvuf dünyasının iki dev ismi Şems ve Mevlana birbirlerini tanıdıktan sonra dinsizliğe varan yaşamları, Şems’in genç ve güzel karısına uyguladığı şiddet, tüm insanlığa duyduğu öfke, Mevlana’nın çocuklarına ilgisizliği, kadınlara olan bakışı ve kadınlardan nefret edip onları değersiz görmesi, Sultan Veled’in asabiyeti ve kimse tarafından sevilmeyişi, Sadressin Konevi’nin Mevlana’ya olan öfkesi, kıskançlığı ve düşmanlığı gibi daha sayamayacağım birçok olay içimi öylesine acıttı ki bu ilim, irfan sahibi insanların hayatlarına dair bilgim olmasa bu yüksek şahsiyetler hakkında farklı düşüneceğim.

Şems Tebrizi’yi karalamak isteyenler için Kimya Hatun bulunmaz bir hazine olmuş diye düşünüyorum. Asırlardır gizemini koruyan Kimya Hatun’un bu denli günahkâr tanıtılması, eşine ihanet ettiği düşüncesi ile Şems tarafından boynu kırılarak öldürülmesi ve Şems’in katil olarak tanıtılmasının bilinçli olarak yapılmış kanaatindeyim. Çünkü çoğu olayın gerçekle hiçbir alakası yok. Şems, Mevlana, Sultan Veled, Kerra ve Kimya Hatun kimdir diye soracak olursak bunun cevabı kesinlikle İranlı yazar Saide Kuds’ün anlattığı kişiler değildir diyebiliriz. Tamam romanlarda kurgu vardır; fakat tarihe mal olmuş kişilerin kişilikleri ve yaşamları kurgulanırsa insanlara yanlış bilgi vermiş oluruz.

Bu kitap için yazarın ilk romanı olmasının verdiği bir acemiliktir veya yazarın İranlı olmasından dolayı İran’daki yaşamı, kadının değerini(daha doğrusu değersizliğini) göstermek için tarihi bir karekter kullanmasındandır veya en kötüsü “Mevlana Düşmanlığıdır.” Edebiyat ödülü almış bir eser de olsa Mevlana ve Şems’i tanımayanlara tavsiye etmeyeceğim bir kitap olup Mevlana ve Şems’e dair bilgileri olanlar için ise bu kitabın tamamen hayal ürünü olduğunu düşünerek okumaları…

28 Ocak 2011 Cuma

MESNEVİDEN GÜZEL BİR HİKAYE...


AVCININ HİLESİ


Bir avcı kuşları kolayca yakalayabilmek için kendini ağaç dalları, otlar ve yapraklarla gizleyip çayırlığa oturdu. Önüne bir tuzak kurup, bir avuç buğday attı. Hiç hareket etmeden beklemeye başladı. Bu sırada karnı iyice acıkmış bir kuş gelip, yakınına kondu. Onu böyle sessiz sedasız oturur görünce:

-Sen ne yapıyorsun burada? diye sordu.

Avcı:

-Dünyadan elini eteğini çekmiş bir zahidim ben! diye cevap verdi. Hiç kimsenin işine karışmıyor, burada kendi halimde yaşıyorum...

Kuş:

- O buğdaylardan biraz yiyebilir miyim? dedi.

- Bilmem ki dedi avcı, bir yetimin emaneti bana... Ama karnın çok acıkmışsa gel ye!

Kuş, avcının gizli niyetlerinden habersiz, onu iyi yürekli ve dünya işlerinden uzaklaşmış bir zahid kimse olarak kabul edip buğdaylara saldırınca, hileci avcının ellerine düştü. Aldatıldığını anladığında ise iş işten geçmiş, tuzakta binlerce feryada başlamıştı.

Avcı:

-Görünüşe ve söylenen her söze inanırsan sonun böyle olur işte diyordu. Tuzağa yakalandıktan sonra feryadın ne faydası var? Uygunsuz hırs ve hevesler canların düşmanıdır. Önemli olan tehlike gelmeden önce uyanık ve tedbirli olmaktır. Felaket tufanından sonra ağlayıp sızlamışsın neye yarar?.

20 Ocak 2011 Perşembe

BUKET UZUNER/ GELİBOLU





Çanakkale gezisi dönüşünde elime ikinci kez aldığım bu kitap benim için daha bir anlam kazanmıştı. Çünkü görmüştüm şehit kanlarıyla sulanan bu toprakları, o güzel havasını solumuş, soğuk havasını iliklerime kadar hissetmiştim bu güzel şehrin. Gelibolu kitabı tarihsel bir roman olsa da olaylar kurgu ve hayal ürünü olduğu için ne ile karşılaşacağınızı, sonunun ne olacağını tahmin edemediğiniz için merakla okuyabileceğiniz bir kitap diyebilirim.

Olaylar 1915 Çanakkale Savaş’ında bir Osmanlı teğmeni ile Anzaklı bir askerin bir tesadüf belki de bir mucize eseri karşılaşıp savaşa, ölüme dayalı bir hayatın ortasında bu tüm insanlığa ders veren kardeşliğini sade bir dille ele alan kitabı bir solukta okursunuz.

Anzaklı bir kız olan Victoria, Çanakkale savaşında dedesini kaybetmiştir. Dedesine dair bir iz bulmak, hiç olmazsa mezarına ulaşmak için atalarını ziyaret etmeye gelen binlerce Anzaklının arasına katılarak Çanakkale’ye gelir. Victoria buraya geldiğinde kendi dedesi yani Er John Taylor’un bir benzeri olan Gazi Ali Can Çavuş’u hem anlatılanlara göre hem de resimlerindeki benzerliklerine göre kendi dedesi olduğunu düşünür. Bu düşüncesini köylülere anlatınca, onlar ise bu durumu kendilerinin yıllardır kahraman olarak gördükleri Ali Can Çavuş’un üzerine atılan bir leke olduğunu düşünürler. Bu konuda Victoria’ya yardımcı olmak istemezlerse de Türk misafirperverliğinin verdiği nezaket nedeniyle Ali Can Çavuş’tan miras olarak kalan tek canlı hatıra, kızı yani Beyaz Hala’ yla konuşmasını sağlarlar. Bu konuşmada gerçekler su yüzüne çıkar. Fakat bu durumun uluslar arası bir sorun haline gelmesinden çekinen Beyaz Hala ve Victoria bu gerçekleri bir sır gibi saklamaya karar verir.

Yazarımız bu kitapta Çanakkale’ye ait efsanelere ve hikâyelere yer vermemiştir, sadece hayalinde canlandırdığı bir olayı çok çarpıcı, etkileyici ve yalın bir dille anlatmış. Buket Uzuner bu kitapta yarattığı karakterler ile milliyetçilik, yurtseverlik kavramlarını çok güzel vurgulamıştır. Çanakkale Destanımıza ait farklı bir kitap okumak isteyenlere tavsiye ederim